Bu Blogda Ara

Kur’an etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kur’an etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mayıs 2025 Perşembe

Kur’an’da İmtihanın Anatomisi: Korku, Açlık ve Sabır Üzerine

Bakara Suresi 155. Ayet:

وَلَنَبْلُوَنَّكُم بِشَيْءٍ مِّنَ ٱلْخَوْفِ وَٱلْجُوعِ وَنَقْصٍۢ مِّنَ ٱلْأَمْوَٰلِ وَٱلْأَنفُسِ وَٱلثَّمَرَٰتِ ۗ وَبَشِّرِ ٱلصَّـٰبِرِينَ

Meali (Diyanet):
"Andolsun, sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile deneriz. Sabredenleri müjdele."



















4 Mayıs 2025 Pazar

DE Kİ Üslubu Vahyin Ortak Duyurusu 📜

 📜 DE Kİ Üslubu Vahyin Ortak Duyurusu



 🔸️"Aynı Kelâmı İşittik: Vahyin İlk ve Son Muhatapları Arasında Hiçbir Fark Yoktur"


🔹️ "‘De Ki’ diyen Allah’tır: Nebî Sadece Kur’an’la Konuştu"


🔸️ "İşittik ve İtaat Ettik: Vahyin Tek ve Değişmez Hitabı"


🔹️"Vahiy Bir Diyalogdur: Her Mümin Aynı Sözle Yüzleşir"



Kur’an’ın “de ki” (قُلْ) ifadesiyle başlayan ayetleri üzerinden son nebinin yalnızca Kur’an’la konuştuğunu ve tüm muhatapların aynı metni işittikleri hakkındaki bu yazıya başlayalım. 




Kur’an’da “De Ki” Üslubu ve Vahyin Ortak Duyurusu: Son Nebî Yalnızca Kur’an ile Konuştu

Kur’an’da sıkça karşımıza çıkan “قُلْ (de ki)” ifadesi, vahyin muhataplarına hitabın doğrudan Allah’tan geldiğini gösteren en önemli delillerden biridir. Bu ifade, nebinin şahsi sözlerini değil, doğrudan Allah’ın kelâmını tebliğ ettiğini ortaya koyar. Böylece son elçi, konuştuğu her durumda, kendi görüşünü değil, kendisine indirilen vahyi seslendirmiştir. Bu durum, onun sadece bir “elçi” olarak konumlandığını ve herhangi bir beşerî müdahalenin Kur’an’a dâhil olmadığını teyit eder.

Kur’an’daki “de ki” ifadeleri, aynı zamanda hem elçiye hem de sonrakilere yönelik ortak bir hitaptır. Bu yapı, sadece vahyin ilk muhataplarına değil, sonraki bütün kuşaklara da doğrudan Allah’ın konuştuğunu ve hitabın evrenselliğini ifade eder. Bugün Kur’an’ı açan herhangi biri, Nebî ile aynı kelimeleri işitir: “De ki: O Allah birdir” (112:1), “De ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim” (18:110), “De ki: Bana bu Kur’an vahyolundu” (6:19)... Bu ayetler, vahyin muhatapları arasında zamansal ya da mekânsal bir kopukluk olmadığını, herkesin aynı kelâmı duyduğunu gösterir.

Son Nebî’nin yalnızca Kur’an ile konuşmuş olması, onun elçilik görevini saf bir tebliğ işleviyle sınırlı tutar. Bu yönüyle Kur’an, hem onun sözüdür hem de ondan sonraki müminlerin doğrudan işittiği ilahi kelamdır. Bu nedenle Kur’an, bir “kitap” olmaktan öte bir “hitap”tır; her daim diri olan, her okunduğunda yeniden kurulan bir sesleniştir.

Nitekim Kur’an’ın birçok yerinde geçen “سَيَقُولُونَ (diyecekler)”, “يَسْأَلُونَكَ (sana soruyorlar)”, “قُلْ (de ki)” gibi ifadeler, metnin canlılığına işaret eder. Kur’an bir diyalog ortamı kurar: İnsan sorar, Allah cevap verir; müşrikler itiraz eder, Allah yanıtlar; müminler tereddüt eder, Allah açıklık getirir. Bu iletişim yapısı, Kur’an’ın sadece tarihsel bir metin değil, sürekli konuşan bir hitap olduğunu vurgular.

Bu bağlamda, “Müslüman olmak” sadece bir inanç sistemi kabulü değil, bir duyuş ve itaat biçimidir: İşittik ve itaat ettik (سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا). Ve bu işitme, herhangi bir aracıdan değil, doğrudan Allah’ın kelamından olur. İslam’ın çağrısı tarihsel bir olaya değil, sürekli bir çağrıya yanıt vermek anlamındadır. Her Müslüman, vahyin ilk muhatapları gibi, Kur’an’dan “de ki” hitabını duyar ve aynı sorumluluğu üstlenir.

Sonuç olarak, Kur’an’ın yapısal dili, özellikle “de ki” kalıbı üzerinden, son Nebî’nin yalnızca Kur’an ile konuştuğunu ve bütün ümmetin aynı kelamı doğrudan işiterek mükellef olduğunu ortaya koyar. Vahyin aracısız, dolaysız ve evrensel hitabı, hem tarihi sabitleyen hem de tüm çağlara yayılan bir kelam-i ilahi oluşturur.


---


TAAHÜT VE SÖZ

Taahüt, Allah’a verdiğimiz söz, görevlerimizi yerine getirme kararlılığı ve O’na olan bağlılıkla söz vermektir (Al-Imran, 112).

Söz, imanın gereği olarak Allah’a ve insanlara karşı sorumluluklarımızı yerine getirmektir (Al-Baqarah, 177).

Taahüt, Allah’a verdiğimiz sözde durmak, O’nun yolunda kalmak ve her zaman doğruluktan sapmamaktır (Al-A'raf, 172).

Söz, yapılan anlaşmalara sadık kalmak, güvenilir olmak ve vaatlerde durmaktır (Al-Mu’minun, 8).

Taahüt, O’na kulluk etmek ve O’nun emirlerine itaat etmek demektir (Al-Baqarah, 2).

Söz, gerçekten yerine getirilebilecek bir taahhüt anlamına gelir ve insana verdiği sözü yerine getirme yükümlülüğü yükler (Al-Ahzab, 23).

Taahüt, imanı hayatımıza hâkim kılmak ve her zaman Allah’ın emirleri doğrultusunda hareket etmektir (Al-Baqarah, 2).

Söz, adaletle davranmak, hakkı ve hukuku gözetmek demektir (Al-Isra, 34).

Taahüt, Allah’a güvenmek ve güven veren bir tutum sergilemektir (At-Tawbah, 111).

Söz, verilen her türlü sözde doğruluktan sapmamak, yalan söylememek ve taahhütlerde sadık kalmaktır (Al-Ahzab, 23).

Taahüt, verdiğimiz her sözü yerine getirmek, İslam’a uygun bir yaşam sürmektir (Al-Baqarah, 286).

Söz, güvenilirlik ve doğruluğa dayalıdır, insanlar arasında güveni pekiştiren bir sorumluluktur (An-Nisa, 58).

Taahüt, Allah’a ve insanlara verdiğimiz sözlere sadık kalmak ve sözde duran kişi olmak demektir (Al-Mulk, 15).

Söz, bir Müslümanın doğruluğunu ve güvenilirliğini göstermesi gereken önemli bir ölçüdür (At-Tawbah, 119).

Taahüt, verdiğimiz her sözün Allah’a karşı bir sorumluluk taşıdığını hatırlamak ve bu sorumluluğa uygun davranmaktır (Al-A’raf, 172).

Söz, Yüce Allah’a verdiğimiz sözü hatırlayarak ona uygun bir yaşam sürmektir (Al-Baqarah, 177).

Taahüt, Allah’a sadakatle verdiğimiz sözlere uygun bir yaşam biçimi sürdürmektir (An-Nahl, 91).

Söz, İslam’ın emirlerine uygun, doğruluk ve dürüstlük temeliyle yapılan her taahhüttür (Al-Isra, 34).

Taahüt, İslam’ın öğrettiği doğruluk, güven ve sadakatle verilen bir sözdür (Al-Ahzab, 23).

Söz, verilen her taahhüdün Allah’a karşı yapılmış bir söz olduğunun bilinciyle yerine getirilmesidir (Al-Baqarah, 286).

Taahüt, verdiğimiz sözlere sadık kalmak, Allah’a olan bağlılığımızın bir gereğidir (Al-Imran, 112).

Söz, yalan söylememek ve sözünde durmak, Müslümanların en önemli özelliklerindendir (At-Tawbah, 119).







Bir Su, Bir Soy, Bir Başlangıç 👨‍👩‍👦‍👦

 👨‍👩‍👦‍👦 Bir Su, Bir Soy, Bir Başlangıç


 Kur’an ayetlerinden Târık 86/5-8 ve İnsan 76/2 ayetlerinin yorumuna dayanan bir analiz yapacağız. İnsanın nesilden nesile aktarılarak ve toprak kökenli bir yaratılışla var edilmesidir:

---


İnsanın Yaratılışı: Katışık Nutfe, Sulb ve Teraib Kavramlarının Kur’an Temelli Yorumu


Kur’an’da insanın yaratılışı üzerine birçok ayet yer alır. Bu ayetlerin bazılarında, yaratılışın biyolojik yönüne dikkat çekilirken, bazıları ise insanın özünü, kökenini ve sürekliliğini metaforik ve temsilî bir dille anlatır. İnsan Suresi 2. ayet şöyle der:


> “Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık.” (İnsan, 76/2)


Buradaki "nutfe" kelimesi, Kur’an’da çoğu zaman “az miktarda sıvı” anlamında geçer. “Emşâc” kelimesi ise “karışık, katışık” anlamındadır. Bu ifadenin, sadece biyolojik sperm ve yumurta birleşimine indirgenmesi, Kur’an’daki temsilî anlatımı sınırlamak olur. Çünkü Kur’an bütüncül bir varlık anlayışı sunar. Bu durumda “katışık nutfe”, sadece fizikî birleşmeyi değil, aynı zamanda insanın çeşitli boyutlardan (biyolojik, psikolojik, sosyal, tarihî) gelen unsurların bileşimi olduğunu da ima eder.


Benzer şekilde Târık Suresi 86/5-7 ayetlerinde şöyle buyrulur:


> “İnsan neden yaratıldığına bir baksın. Atılan bir sudan yaratıldı. O su, erkeğin sulbü ile kadının teraib’i arasından çıkar.”


Burada geçen “mâin dâfik” (atılan, fışkıran su) ifadesi yaratılışın hareketli ve dinamik bir süreci olduğunu vurgular. "Sulb" kelimesi, sözlükte bel kemiği anlamına gelse de, Kur’an’da daha çok neslin devam ettiği köken ve süreklilik anlamında kullanılır (bkz. Nisa, 4/23). “Sulb” böylece nesli devam ettiren öz, yani soy hattı demektir.


"Teraib" ise göğüs kemiği veya göğüs bölgesinde yer alan yapılar anlamına gelir. Fakat bu da salt anatomik bir tanım değildir; kadınla ilişkilendirilen ön tarafın, yani doğurganlık ve şefkat gibi niteliklerin işaretçisi olarak değerlendirilebilir. Ayetteki "sulb ile teraib arası" ifadesi bu iki yönün birleşimini, yani erkek ve kadın katkısıyla oluşan neslin temsilini dile getirir.


Ayet, yaratılışı açıklarken ayrıntılı bir biyolojik rapor sunmaz; daha ziyade insanın yaratılışını düşünmeye, kendi kökenini ve zayıf başlangıcını hatırlamaya davet eder. Dolayısıyla bu ifadeler, insanın hem fizikî hem de manevî anlamda “nereden geldiğini” sorgulaması gerektiğine işaret eder.


Kur’an’ın birçok yerinde insanın aslen “topraktan yaratıldığı” vurgulanır:


> “Sizi bir topraktan yarattı, sonra bir nutfeden…” (Fâtır, 35/11)


> “Biz insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık.” (Mü’minûn, 23/12)


Bu ayetler açıkça gösterir ki nutfe, yaratılışın ilk unsuru değildir. Nutfe, toprak kökenli yaratılışın soy boyunca aktarılmasıdır. Bu bağlamda “sulb”, sadece bir organ değil, geçmiş nesillerden süzülerek gelen yaratılış zincirinin, yani insanın maddî ve manevî soyunun sembolüdür.


Öyleyse insanın yaratılışı, şu şekilde özetlenebilir:

İnsan, topraktan başlatılan bir yaratılışın, nesilden nesile aktarılarak devam etmesiyle vücut bulur. Bu süreç, hem erkek hem kadın katkısıyla yürür. “Katışık nutfe” ifadesi bu iki yönlü katkının ve çok boyutlu özelliğin bir yansımasıdır. “Atılan su” ise, yaratılışın süreklilik içeren ama değersiz görünen bir maddeden başladığını hatırlatır.


Kur’an, insanın bu kökeni hatırlamasını, kendini tanıması ve sorumluluğunu anlaması için ister. Çünkü değersiz bir sıvıdan yaratılıp sonra düşünen, sorgulayan, tercih eden bir varlık haline gelmek, insanın kendi nefsini tanımasında anahtar bir rol oynar.



---

Kuranda Manevi Körlük ve Sağırlık 🔇

🔇 Kur’an’da Manevi Körlük ve Sağırlık


Kur’an’da “kulak ağırlığı”, “görmeyen göz”, “anlamayan kalp” gibi ifadeler; sadece fiziksel engelleri değil, vahyin çağrısına duyarsız kalan, gerçeği görmekten ve işitmekten kaçınan, iradi bir körlük ve sağırlık içinde olan insanları nitelendirmek için mecaz olarak kullanılır. Bu tür ayetlerde genellikle algı kapılarını bilinçli olarak kapatan insanlar kastedilir. Bu çalışma, bu ifadelerin Kur’an’daki kullanımlarını, anlam çerçevesini ve bağlamlarını incelemektedir.




1. Kavramların Kur’an’daki Kullanımı


a. Kulak Ağırlığı (vekrun fî âzânihim / vakran)


İsra 46:

“Ve biz onların kalplerine, onu (Kur’an’ı) anlamasınlar diye örtüler, kulaklarına da ağırlık koyduk.”

— Burada, Kur’an’ın mesajını anlamayı reddeden zihinsel bir direnişten söz edilir. “Kulak ağırlığı”, duymamak değil duymak istememek anlamındadır.


Fussilet 5:

“Kalplerimiz, bizi çağırdığın şeye karşı örtülüdür; kulaklarımızda da ağırlık vardır...”

— Bu ifade müşriklerin itirafıdır; onlar gerçeği duymazdan gelmeyi tercih ettiklerini açıkça belirtirler.


b. Görmeyen Göz (aʿyunun lâ tubsiru / absâr)


A’râf 179:

“Onların kalpleri vardır, onunla anlamazlar; gözleri vardır, onunla görmezler; kulakları vardır, onunla işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha sapkındırlar.”

— Bu ayet, algı organlarını kullanmayanları teşhis eder. Fiziksel bir eksiklik değil, ahlaki ve epistemik bir duyarsızlık söz konusudur.


Hac 46:

“Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, akletmeleri için kalpleri, işitmeleri için kulakları olsun? Şüphesiz, gözler kör olmaz; asıl göğüslerdeki kalpler kör olur.”

— Burada net olarak anlayışsızlık ve duyarsızlık kalbe atfedilir. “Göz” mecazdır; içgörü anlamında kullanılmıştır.


---


2. Mecazî Körlük ve Sağırlığın Nedeni


Kur’an’da bu durum genellikle kişinin:


Kibirle gerçeği reddetmesi (Bakara 6–7),


Atalarının dinine körü körüne bağlanması (Zuhruf 22–23),


Hevâsına tâbi olması (Câsiye 23),


Dünya menfaatine saplanması (Tevbe 82–87)



gibi nedenlerle açıklanır.


---


3. Allah’ın Mühürlemesi Meselesi


Bazı ayetlerde Allah’ın onların kulaklarını, gözlerini ve kalplerini mühürlediği ifade edilir (örneğin Bakara 7, Nahl 108). Bu, genellikle kişinin iradi olarak gerçeğe yüz çevirmesinin bir sonucu olarak mecazî anlamda kullanılır. Yani kişi ısrarla inkârı tercih ederse, artık doğruyu algılama yeteneğini yitirir, bu da mecazi olarak “mühürlenme” ile anlatılır.

---


4. Bu İnsanların Özellikleri


Özellik Ayet Kaynağı


Kalpleri vardır, anlamazlar A’râf 179

Gözleri vardır, görmezler A’râf 179

Kulakları vardır, işitmezler A’râf 179

Kalpleri mühürlüdür Bakara 7

Kalpler kör olur Hac 46

Hakikati duymaktan rahatsız olurlar Fussilet 5

Atalar dinine kör bağlıdırlar Zuhruf 22–23


---


5. Vahyin Amacı: Bu Körlüğü ve Sağırlığı Gidermek


Kur’an’ın indiriliş amaçlarından biri de bu algı kapalılığını kırmaktır:


Zümer 23:

“Allah, sözün en güzelini indirdi... Ondan Rablerine karşı haşyet duyanların derileri ürperir...”

— Kur’an, duyarlı kalpleri uyarır ve onlara işittirir.


Enfâl 2:

“Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığında kalpleri ürperir, onlara ayetleri okunduğunda imanları artar.”

— Gerçek müminler, işitme, görme ve kalp fonksiyonlarını vahyin etkisiyle aktif hale getirirler.


---


Sonuç


Kur’an’da “kulaklarında ağırlık”, “gözleri görmez”, “kalpleri mühürlü” gibi ifadeler, iradi duyarsızlığı ve hakikate kapalılığı tanımlar. Bu ifadelerle Kur’an, bireyin zihinsel ve ahlaki yönünü hedef alır. Duyuların işlevsizleşmesi, anlama ve yönelme kapasitesinin çökmesi anlamına gelir. Kur’an bu kapalı yapıyı vahyin ışığıyla açmayı hedefler.



---


3 Mayıs 2025 Cumartesi

İnanç, Cinsiyet ve Temsiliyet Sorunu ☢️

☢️  İnanç, Cinsiyet ve Temsiliyet Sorunu

Kur’an’da Meleklerin Dişil İsimlendirilmesine Eleştiri: İnanç, Cinsiyet ve Temsiliyet Sorunu


Giriş

Kur’an’da melek kavramı, Allah’ın emrini icra eden, mesajları taşıyan, yaratılmış ancak gaybî bir varlık sınıfı olarak tanımlanır. Meleklerin mahiyetiyle ilgili detaylı bilgi verilmemiş olmakla birlikte, Kur’an, melekleri doğrudan gözlemleyemeyen ve bu konuda zanla hareket eden toplumların bazı temsillerini eleştiri konusu yapar. Bu temsillerden biri de meleklerin dişil varlıklar olarak tasvir edilmesidir. Kur’an’ın bu anlayışı hangi bağlamda ve nasıl eleştirdiği, söz konusu nitelemenin teolojik, toplumsal ve sembolik arka planı bu çalışmanın temel inceleme konusudur.


1. Cinsiyet ve Melek Tasavvuru: Tarihsel Arka Plan

Cahiliye toplumu içinde bazı kabileler, melekleri Allah’ın kızları olarak nitelendirmiştir. Bu anlayış, hem tanrısal varlıkların soyut bir şekilde cinsiyetlendirilmesini hem de cinsiyetler arası hiyerarşiyi yansıtan bir mitolojik zemin üretmiştir. Bu bağlamda, meleklerin dişil olarak tasvir edilmesi, hem Tanrı anlayışında hem de toplumsal cinsiyet tahayyülünde problemli bir eğilimin yansımasıdır.


2. Kur’an’ın Eleştirisi: Zan ve Vahiy Ayrımı

Kur’an, bu yaklaşımı yalnızca yanlış bir bilgi olarak değil, “zanna dayalı” ve “delilsiz” bir itham olarak tanımlar:


> “O, dişileri mi aldı da size erkekleri verdi? İşte o zaman çok insafsız bir paylaştırma yaptınız! Bunlar sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlara dair hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin hevasına uyarlar.” (Necm 53:21–23)

Bu pasajda Kur’an, meleklerin cinsiyetlendirilmesini iki yönlü eleştirir:




Epistemolojik: Bu iddiaların hiçbir vahye dayanmadığı, zanna dayalı olduğu,


Ahlaki/Toplumsal: Cinsiyetler arasında adaletsiz bir tercih ve haksız bir paylaştırma içerdiği.



3. “İsimlendirme”nin İdeolojik Doğası

Kur’an’da geçen “bunlar sadece sizin ve atalarınızın taktığı isimlerdir” (53:23) ifadesi, isimlendirmenin salt betimleyici değil, aynı zamanda kurucu ve yönlendirici bir işlevi olduğunu gösterir. İsim verme, varlık üzerinde tasarruf ve tanım gücü üretir. Bu bağlamda, meleklerin “dişi” olarak isimlendirilmesi, sadece bir inanç meselesi değil, aynı zamanda bir tür teolojik tahakküm ve temsil stratejisi olarak değerlendirilebilir.


4. Cinsiyet, Yücelik ve Putperestlik İlişkisi

Meleklerin “Allah’ın kızları” olarak tasvir edilmesi, bir yönüyle Allah’a çocuk isnadıdır ki bu doğrudan şirk kapsamına girer. Ancak mesele bununla sınırlı değildir. Kur’an’ın bu anlatımı ironik bir şekilde tersten okuduğu da görülür: Erkek çocukları istemeyip diri diri kız çocuğu gömen bir toplum, Allah’a çocuk isnat ederken O’na kızları layık görmektedir (bkz. Zuhruf 43:16–19). Bu durum hem ahlaki bir tutarsızlık hem de teolojik bir sapma olarak lanetlenir.


5. Meleklerin Mahiyeti ve Cinsiyetsizlik

Kur’an’ın hiçbir yerinde meleklerin cinsiyetine dair açık bir tanımlama yer almaz. Onlar hakkında bildirilenler, görev ve işlev temellidir (bkz. Tahrim 66:6, Meryem 19:17–21). Cinsiyet atfı, insanî bir projeksiyondur ve gayb alanına dair bu tür yakıştırmalar, Kur’an’da sıkça eleştirilen spekülatif din anlayışının bir yansımasıdır.


Sonuç

Kur’an, meleklerin dişil isimlendirilmesini yalnızca bir terminolojik sorun olarak değil, bilgi kaynağının yozlaşması, toplumsal cinsiyet hiyerarşisinin ilahlaştırılması ve temsilin tanrılaştırılması sorunu olarak ele alır. Bu bağlamda, Kur’anî monoteizm, sadece Allah’tan başkasına tapmamayı değil, Allah hakkında bilgi üretiminde keyfîlik ve zanna dayalı temsillerden kaçınmayı da gerektirir.