Bu Blogda Ara

RUHANİLEŞME etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
RUHANİLEŞME etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Haziran 2012 Perşembe

Ruhaniyete Bürünme 👳‍♂️

  👳‍♂️ Ruhaniyete Bürünme


Günümüzde birçok insanın zihninde ibadet kavramı, genellikle namaz, oruç, hac gibi şekli ritüellerle sınırlı bir alanı ifade etmektedir. Oysa Kur’anî bağlamda ibadet, yalnızca bu farz ibadetleri değil, Hudûdullah çerçevesinde sürdürülen erdemli bir yaşamın tümünü kapsar. Yani ibadet, hayatın yalnızca belli kesitlerinde ve belirli şekillerle sınırlı olmayan, tüm hayatı kuşatan bir kulluk bilincidir.

Kur’an’da ibadetlerle ilgili ifadelerin oldukça sade ve doğrudan bir dil taşıdığı açıktır. “Namazı kılın”, “zekâtı verin”, “orucu tam tutun”, “Allah’tan başkasına ibadet etmeyin” gibi açık ve net emirlerle muhataba yönelen Kur’an, bu ritüelleri herhangi bir mistik anlatı ya da duygusal süsleme olmaksızın sunmaktadır. Buna karşın, tarihsel süreçte ibadet anlayışı; tasavvuf, edebiyat ve felsefi etkilerle süslenmiş, duygusal yoğunluğu artırılmış ve bir tür "ruhaniyet büründürme" eğilimine girmiştir.

Bu yaklaşımın somut yansımaları arasında “Gözümün nuru namaz”, “Başımın tacı hac”, “Ruhun gıdası oruç”, “Tut bizi ey oruç”, “Kıl bizi ey namaz” gibi ifadelere sıkça rastlanmaktadır. Bu söylemler, ibadeti Kur’an’daki yerinden koparıp sembolik, duygusal ve hatta çoğu zaman dramatik bir yapıya dönüştürmektedir. Türbe kültürü etrafında şekillenen hurafelerle bu tür ifadeler arasında içeriksel bir fark olduğunu söylemek zordur. Seccade ile çaputun, manevi bağlamda aynı metaforik zeminde buluştuğu, ibadetlerin gerçekliğinden uzaklaştırıldığı bu anlayış, ibadetin özüne zarar vermektedir.

Asıl tehlike, ibadetin bu şekilde "ruhanileştirilmesi" yoluyla dinin parçalanmasıdır. Hayatın yalnızca bazı alanlarını "kutsal" ilan etmek, diğer alanlarını ise sıradanlaştırmak; dinin bütünlüğüne aykırıdır. Örneğin, namaz ve oruç gibi ritüeller öne çıkarılırken, yalan söylememe, haksızlık yapmama, ana-babaya öf bile dememe, adaletli olma, yetimi koruma gibi emirler gündem dışı bırakılabilmektedir. Bu yaklaşım, Kur’an'ın bazı kısımlarına inanıp, bazılarını göz ardı etme (Bakara, 2/85) tehlikesini beraberinde getirir.

Dinin parçalanması, bazen iyi niyetli fakat yöntemsel olarak sorunlu çabaların ürünü olabilir. İbadetleri insanlara sevdirmek, duygu yoğunluğu oluşturmak ya da bireysel tasavvurlar üzerinden ibadeti yeniden tanımlamak gibi gerekçelerle din, asli sınırlarının dışına taşırılabilmektedir. Ancak bu, dini duygusallıkla değil, bilinçle yaşama ilkesine açıkça aykırıdır.

İbadetin içeriği, şekli değil; Allah’a olan bağlılık ve sorumluluk bilinciyle anlam kazanır. Oysa günümüzde ibadet, bazı dönemlere (örneğin Ramazan ayına) hapsedilmekte, bazı mekânlarla (örneğin camilerle) sınırlanmakta ve neredeyse bir tür dinî "ritüelcilik" anlayışı hâkim olmaktadır. Oysa Kur’anî perspektif, bütüncül bir ibadet hayatı öngörür.

Kur’an’ın tanımladığı ibadet anlayışı yalnızca bireysel ritüellerden ibaret değildir. Toplumsal sorunlara karşı duyarlılık, adaletin tesisi, yetimlerin korunması, ana-babaya saygı, insan haklarına riayet gibi sorumluluklar da ibadet kapsamındadır. Ne var ki, dini anlatanların ve yorumlayanların çoğu zaman bu alanlara yeterince eğilmediği, sosyo-ekonomik adaletsizlikler, ahlaki yozlaşma ve toplumsal çürüme gibi sorunlara karşı sessiz kaldığı gözlemlenmektedir.

Bu bağlamda, ibadet anlayışımızın şekilci, ruhanileştirilmiş, dönemsel ve parçalanmış bir yapıya büründüğü; bunun da bireysel ve toplumsal düzlemde Kur’an’ın öngördüğü bütüncül dindarlık anlayışından uzaklaştığımızı göstermektedir.

Sonuç olarak; İslam’ın şekilci, duygusal ve kısmi bir ibadet anlayışına değil, vahyin çizdiği sınırlar içinde bütünsel ve bilinçli bir kulluk yaşamına ihtiyacı vardır. Bu ise ancak Kur’an’ı bütüncül okumak, anlamak ve yaşamakla mümkündür. Dinin asli ilkeleri ile sonradan inşa edilen yorumları birbirinden ayırabilmek, hakikate ulaşmanın temel şartıdır. Aksi hâlde, sadece duygulara hitap eden, şekli davranışlara indirgenmiş bir din anlayışıyla; Kur’an’ın teklif ettiği toplumsal dönüşümün gerçekleşmesi mümkün değildir.