Devlet Sınırları ve FETİH Misyonu
🌍 Sınırlar: Mülkiyet İddiası mı, İnsanlığın İmtihanı mı?
Uzaydan bakıldığında dünya, çizgisiz, akışkan bir mavi küre. Ne tel örgü, ne pasaport kontrolü... Ama insan yeryüzüne ayak bastıkça başlıyor sınırlar: kalın hatlar, dikenli teller, beton duvarlar ve dalgalanan bayraklar. Bu çizgiler, modern dünyanın en büyük çelişkisini açığa çıkarır: Paylaşım iddiası ile sahiplenme arzusu arasındaki derin çatlak.
Peki bu çizgiler neyin göstergesi? Güvenin mi, korkunun mu? İmtihanın mı, mülkiyetin mi?
Kur’an, bu sorgulamaya yeryüzü merkezli değil, gök merkezli bir cevap verir. Çünkü arz, insanın tapulu malı değil; ilahi bir emanet alanıdır.
“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. O, dilediğini yaratır, dilediğine verir.” (Şûrâ, 49)
Bu ayet, insanın toprak üzerindeki mutlak sahiplik iddiasını kökten reddeder. Zira mülk, Allah’ındır; insan ise o mülkün halifesi ve emanetçisidir.
“O, sizi yeryüzünde halifeler kıldı.” (Fâtır, 39)
Hilafet, sınır çizmek ve mülkiyet ilan etmek değil; tam tersine, adaleti yeryüzünün her köşesinde tesis etme sorumluluğudur. Yani insan, arzın değil; adaletin bekçisidir.
Arzın Genişliği ve Daralan Vicdanlar
Sınırların yarattığı daralma ve baskı hissine karşı Kur'an, insanı hareketliliğe ve korkuyu aşmaya çağırır. Mülkiyet iddiaları bir coğrafyayı daralttığında, ilahi irade, fiziksel ve psikolojik bir çıkış yolu olduğunu hatırlatır:
"Kendilerine zulmetmekte iken meleklerin canlarını aldığı kimselere: 'Ne işte idiniz?' dediler. Onlar da: 'Biz yeryüzünde güçsüz (mustaz'af) kimselerdik' dediler. Melekler: 'Allah'ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya?' dediler. İşte onların barınağı cehennemdir. Orası ne kötü bir varış yeridir!" (Nisâ, 97)
Bu ayet, sınırların bir engel değil, bir imtihan olduğunu gösterir. İnsan, kendi çizdiği (veya başkalarının çizdiği) sınırlarda sıkıştığında, çözümü mülkiyet kavgası yerine Allah’ın geniş arzında aramalıdır. Sahiplenme arzusu insanı bir noktaya hapsederken, emanet bilinci tüm yeryüzünü bir hareket alanı olarak görür. İnsana düşen, arzı ganimet gibi parçalamak değil, adaletle imar etmek ve emanete sadık kalmaktır.
🕊️ Fetih: Toprak Kazanımı Değil, Vicdanın Dirilişi
Kur’an’da "fetih" kavramı, geleneksel askeri bir zaferin çok ötesindedir; kılıçla değil, kalple açılır. Asıl anlamı: kapalı olanı açmak, engeli kaldırmak ve hakikati görünür kılmaktır.
“Biz sana apaçık bir fetih verdik.” (Fetih, 1)
Bu ayet, Mekke’nin zaptını değil; kalplerin açılışını ve imanın zihinlerde kök salışını müjdeler. Gerçek fetih, coğrafyada değil; vicdanda gerçekleşir.
“Allah, müminlerin kalplerine sekînet (huzur) indirdi ki imanlarına iman katsın.” (Fetih, 4)
Kur’an’a göre fetih, bir ülkenin işgali değil; bir bilincin yeniden doğuşu ve ruhsal bir genişlemedir. İnsan, "fethetmek" yerine "açmakla" görevlidir: Kalpleri, ufukları, perdeleri...
Bu bağlamda Malezya ve Endonezya gibi günümüzde devasa Müslüman nüfusa sahip coğrafyaların İslam'la tanışması, bu "gönül fethi"nin en somut örneklerindendir. Buradaki fetih, kılıç zoruyla değil, tüccarların ve alimlerin dürüstlüğü, ahlakı ve örnek yaşamlarıyla gerçekleşmiştir. Onlar, İslam'ı bir kalkan değil, bir anahtar olarak sunmuş; kapalı kalpleri açmış ve hakikati görünür kılmışlardır. Bu topraklardaki İslamlaşma, Kur'an'ın "apaçık fetih" tanımının canlı bir tecellisidir.
“Yeryüzü Allah’ındır; kullarından dilediğine onu miras bırakır.” (A‘râf, 128)
⚖️ Ümmü’l-Kurâ'dan Dârü’s-Selâm’a: Mülkiyetin Reddi
Tarih boyunca krallıklar, imparatorluklar ve ulus devletler, arzın belli parçalarını "bizimdir" diye mühürledi. Her biri kendi bayrağını bir "fetih" sembolü olarak dalgalandırdı. Fakat Kur’an’a göre, bu mülkiyet ve sınır çizme iddiası, insanın en kadim yanılgısıdır. Gerçekte yeryüzü, hiçbir krallığın tahtına değil; Allah’ın hükmüne aittir.
“O, arzın da semâların da Rabbidir.” (Şuarâ, 24)
Kur’an, bu ilahi hâkimiyetin yeryüzündeki idealini "Dârü’s-Selâm" kavramıyla tanımlar — Barışın Yurdu. Bu, sınırlarla çizilmiş bir coğrafya değil; adalet, merhamet ve eman bilinciyle inşa edilen manevi bir düzendir.
“Allah, Dârü’s-Selâm’a çağırır ve dilediğini dosdoğru yola iletir.” (Yûnus, 25)
Bu çağrı, Ümmü’l-Kurâ uyarısıyla evrenselleşir. "Şehirlerin Anası" sadece Mekke’yi değil, hakikatin merkezini simgeler. Uyarı, kalpten başlar, topluma yayılır, oradan tüm insanlığa ulaşır.
“Bu... Ümmü’l-Kurâ’yı ve çevresindekileri uyarman için indirilmiş mübarek bir kitaptır.” (En‘âm, 92)
Gerçek fetih, bir ülkenin değil, bu bilincin kurtuluşu ve Dârü’s-Selâm misyonunun yayılmasıdır. Sınır tanımaz, çünkü hakikat milliyet bilmez.
“Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve sizi milletler, kabileler yaptık ki tanışasınız. Allah katında en üstün olanınız, takvaca en üstün olanınızdır.” (Hucurât, 13)
Bu ayet, sınırın hikmetini açığa vurur: Bölmek için değil, tanışmak ve tecrübe paylaşmak için. Ama insan korkuyu merkeze aldığında, sınır önce haritaya değil, kalbe çizilir — ve işte o zaman parçalanma başlar.
✨ Sonuç: Haritanın Ötesindeki Halifelik
Kur’an’ın sade ama sarsıcı ifadesiyle, Yeryüzü Allah’ındır. İnsan, bu ilahi mülkün sahibi değil; sadece emanetçisidir.
Gerçek fetih, bir bayrağın dikildiği yer değil; adaletin, merhametin ve hikmetin hâkim olduğu kalp coğrafyasıdır. Halifelik, haritayı büyütmekle değil, vicdanı diriltmekle başlar.
O halde modern insanlığın sınırlarla örülü bu dünyada artık sorması gereken nihai soru şudur:
"Yeryüzü kime ait?" gibi bir mülkiyet kavgası yerine, "Biz kime aidiz?" sorusunun getirdiği aidiyet bilinciyle, bize emanet edilen bu sınırlar içinde nasıl bir Dârü’s-Selâm inşa ediyoruz?
Yorumlar
Yorum Gönder