Bu Blogda Ara

tefsiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tefsiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Haziran 2025 Pazartesi

Kafir, küfür ve şirk NEDİR?




Ayetlerin Üzerini Hadis ve Sünnetle Örtmek: Hakkı Gizlemek, Şirki Süslendirmektir

Giriş: İlahi Mesajı Perdelemek

Kur’an, Allah’ın kelamıdır. O, apaçık bir kitaptır; rehberdir, ölçüdür, nurdur ve furkandır. (Bkz. 2/185; 5/15; 6/114) Ancak bugün, bu kitabın üzeri kat kat hadis, rivayet, mezhep, gelenek, hikâye ve hurafe örtüleriyle örtülmüş; ilahi sözler mecazlara, mecazlar ise insanların otorite iddialarına kurban edilmiştir. Allah’ın ayetleri okunmakta, ama yerine insanların sözleri uygulanmaktadır. Bu durum sadece bir sapma değil, bizzat Kur’an’ın “küfür” ve “şirk” olarak tanımladığı bir sapkınlıktır.

Kur’an Yeterlidir: Öğretici Allah’tır

Allah, Nebî’ye bile şunu söylemesini emreder:

“De ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim. Bana, ilahınızın ancak bir tek ilah olduğu vahyediliyor.” (Kehf 18/110)



Ve bir başka ayette şu uyarı gelir:

 “Sana Kitabı indirdik ki, insanlara kendilerine indirileni açıklayasın.” (Nahl 16/44)



Nebî’nin görevi vahyi taşımak, ayetleri aktarmak, Allah’ın sözünü iletmekti. Onun öğretici olması değil, öğrenen ve aktaran bir nebi olması Kur’an’ın çizdiği sınırdır:

> “Sana Kitabı indiren O’dur; ondan bir kısmı muhkem ayetlerdir, onlar Kitab’ın anasıdır. Diğer kısmı ise müteşâbihtir. Kalplerinde kayma olanlar, fitne çıkarmak ve teviline gitmek için müteşâbihlere yönelirler. Onun tevîlini Allah’tan başkası bilmez.” (Al-i İmran 3/7)



Bu ayet gösteriyor ki, ayetlerin anlamı üzerine insan yorumunu ilahi açıklama gibi sunmak bir sapmadır. Allah’ın açık beyanlarını, hadislerle “açıklamak” adı altında değiştirmek, anlam kaydırmak, üstünü örtmek büyük bir iftiradır. Bu, sadece Kur’an’ın hakkını değil, Rabbin öğreticiliğini de gasp etmektir.

Nebiyi İlahlaştırmayın: Şirke Kapı Açmayın

Bugün İslam adına yapılan en büyük sapmalardan biri de, Nebî’yi bir tür öğretici tanrı gibi yüceltmek, onun sözlerini Kur’an’ın önüne koymaktır. Oysa Kur’an, bunu açıkça yasaklar:

“Onlar, hahamlarını ve rahiplerini Allah’tan başka rabler edindiler...” (Tevbe 9/31)

İşte gözlerinin görmek istemediği ayetler. Nebileri öğretici edinmemek gerektiğini anlatan 2 ayet.

Ali İmrân 79: “Allah, bir kişiye Kitap, hüküm ve nebilik verdikten sonra, onun insanlara ‘Allah’ı bırakıp bana kul olun’ demesini asla uygun görmez. Aksine o şöyle der: ‘Öğrettiğiniz Kitap ve inceleyerek öğrendiğiniz bilgiler gereğince Rabbe kullar olun.’”

Ali İmrân 80: “Melekleri ve nebileri rabler edinmenizi emretmesi de düşünülemez. Siz müslüman olduktan sonra inkârı mı emredecek?”

Dolayısıyla, peygamberin şahsına değil, onun tebliğ ettiği ayetlere bağlılık esastır. Hadis adı altında din adına uydurulan hükümleri Kur’an’ın yerine koymak, Kur’an’a göre şirk kapsamına girer.


Yani kimin sözünü ölçü alıyorsanız, ilahınız odur. Nebî bile vahiy dışında konuştuğunda sorgulanır. Hatta bir hatasında şu uyarı gelir:

 “Allah seni affetsin! Doğrular sana belli olmadan neden onlara izin verdin?” (Tevbe 9/43)


Eğer Kur’an Nebî’yi bile sorguluyor, hatasını düzeltiyorsa; biz nasıl olur da onun sözlerini sorgusuz bağlayıcı kılar, ayetlerin önüne koyarız?

Ayetlerin Üzerini Örtmek: Küfürdür

Kur’an’da küfür, sadece Allah’ı inkâr etmek değildir. Küfür, gerçeği örtmek, hakikati gizlemek, ayetlerin üzerini perdelemektir. Hadislerle, mezheplerle, rivayetlerle Allah’ın sözünü örten herkes bu suça ortaktır.

“Allah’ın ayetlerini az bir karşılığa satanlara yazıklar olsun.” (Bakara 2/174)



Bugün bu “az karşılık” makamdır, cemaat gücüdür, halkın sevgisidir, kutsiyet maskesidir. Ayetler hadisle açıklanmaz; ayet ayetle açıklanır. Allah’ın sözünü insanın sözüyle açıklamak, ayeti hadise mahkûm etmektir. Bu, ilahi öğreticiliğe yapılmış açık bir haksızlıktır.

Müslümanlığı Küfürle Değişmeyin

Birçok kişi, kendini Müslüman zannederken, aslında şirk ve küfür içine sürüklenmektedir. Çünkü Kur’an’a değil, hadise, şeyhe, mezhebe, alim fetvasına dayalı bir din anlayışı hâkimdir. Bu anlayışta Allah’ın ayetleri ancak “onaylandığında” geçerli sayılmakta, hadisle “pekiştirilmeyen” ayetler göz ardı edilmektedir. Oysa tevhid, sadece Allah’a teslimiyetle olur.

“Onlar, Allah’tan başkasını ortak koşmazlar; yoksa amelleri boşa gider.” (Zümer 39/65)


Sonuç: Yapmayın! Bu Size Zarar Verir

Allah, sizi zorla dine çağırmaz. Ama seçtiğiniz şeyin karşılığını verir. Ayetin üzerini hadisle örtmek küfürdür. Nebî’yi öğretici yerine koymak şirktir. Allah’a ait olan açıklama ve hüküm yetkisini insana vermek zulümdür.

Ahiret zordur. Hesap kesindir. Tevhid kolaydır ama onun bedeli ağırdır. Şirk kolay gözükür, ama sonucu felakettir.

Yapmayın! Allah’a iftira etmeyin. Ayetlerin üzerini örtmeyin. Hadisleri ayetin üstüne koymayın. Nebî’yi ilahlaştırmayın. Dini Allah’tan öğrenin. Allah yeter. Kur’an yeter.


---

Ahlaki Yargı, Empati ve Sınanmışlık Bilinci Üzerine





Ahlaki Yargı, Empati ve Sınanmışlık Bilinci Üzerine



Günah ve Sınav: İnsanın Zaaf Alanları

Kur’an, insanın zaaflarla donatıldığını açıkça bildirir:

 “İnsan zayıf yaratılmıştır.” (Nisâ 4/28)



Bu zayıflık, fiziksel ya da zihinsel bir eksiklik değil, sınanma potansiyeli olan yönlere işarettir. Her birey farklı alanlarda imtihana tabi tutulur: Kimisi öfkesini kontrol etmekte zorlanır, kimisi şehvetini, kimisi mal ve güç hırsını dizginlemekte. Bu çeşitlilik, insanların aynı günahlar üzerinden değil, kendi zaaf noktaları üzerinden sınandığını gösterir.


---

Masumiyetin Koşullu Görünürlüğü

Bir kişinin belli bir günaha bulaşmamış olması, onun mutlak anlamda masum olduğu anlamına gelmez. Belki de o kişi, o günah ile sınanacak zemine hiç çıkmamıştır. Örneğin, yoksullukla sınanmayan birinin hırsızlıktan uzak durması, ahlaki erdemden çok şartların lütfu olabilir. Bu, şöyle bir Kur’anî uyarıyla örtüşür:

 “Eğer Allah insanlara rızkı bol bol verseydi, kesinlikle yeryüzünde azarlardı. Ancak O, dilediği ölçüde indirir…” (Şûrâ 42/27)



Yani birçok günahtan uzak kalışımız, bazen imkânın eksikliğindendir; fırsat doğsaydı biz de o hataya düşebilirdik.


---

Empati ve Yargı: Ahlaki Üstünlük Değil, Sınanmışlık Bilinci

İnsan, başkasının hatasını yargılarken, çoğunlukla kendi deneyim alanının dışına çıkar. Ancak bu yargı, farkında olunmadan kibri besleyebilir. Oysa Kur’an, başkalarının günahlarına karşı tavrımızın empatiyle, merhametle ve kendimizden şüphe ederek olması gerektiğini öğütler:

“Kendi nefsinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, Allah, takvaya en çok kimin sahip olduğunu bilir.” (Necm 53/32)



Bu ayet, kişinin kendini ‘temize çıkarma’ çabasının, başkalarının kirliliği üzerinden ahlaki üstünlük kurma gayretine dönüşmesini eleştirir. Masumiyet iddiası, sınanma bilgisiyle yer değiştirmelidir.


---

Nebilerin Bile Sınanması

Kur’an’da anlatılan peygamber kıssaları, bu hakikatin en güçlü örneklerini barındırır. Yusuf Peygamber’in iffeti, Züleyha’nın karşısında sınanarak görünür olur. Ayyub Peygamber’in sabrı, ağır bir bedensel ve malî kayıpla imtihan edilerek somutlaşır. Sınanmamış bir fazilet, potansiyelden ibarettir. Sınanmışlık, erdemin kanıtıdır.


---

Toplumsal Ahlak ve Linç Kültürü

Modern toplumda sosyal medya gibi araçlarla insanlar, sınanmadıkları günahlar üzerinden başkalarını kolayca yargılayabilmekte ve “günah keçileri” üretebilmektedir. Oysa Kur’an’ın en temel ilkelerinden biri, gizliliğe, tövbeye ve affediciliğe saygıdır:

“Birbirinizin kusurunu araştırmayın...” (Hucurât 49/12)



Bu, sadece bir görgü kuralı değil; aynı zamanda insanın sınanmadığı hatalar karşısında haddini bilmesini sağlayan bir ilkedir.


---

Sonuç: Ahlaki Tevazuya Davet

“Kimse sınanmadığı günahın masumu değildir” cümlesi, bizi ahlaki üstünlük taslamaktan, başkalarının günahı üzerinden kendimize paye çıkarmaktan alıkoyar. Bu ifade, her insanın potansiyel bir günahkâr olduğunu, gerçek masumiyetin sınavdan geçerek kazanıldığını hatırlatır.

Kur’anî ifadeyle:

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Herkes yarına ne hazırladığına baksın…” (Haşr 59/18)



Gelecekte hangi sınavın bizim kapımızı çalacağını bilemeyiz. Bu yüzden, yargı yerine empati, kibir yerine tevazu, ahlaki üstünlük yerine sınanmışlık bilinciyle yaklaşmak, bizi hem insan hem de kul kılar.


---

29 Haziran 2025 Pazar

Nebi Arkadaşımızdır. 🌿





 “Nebi Arkadaşımızdır” Evet doğru duydunuz Bu yazı; “sâhibukum” (arkadaşınız) ifadesiyle başlayan Necm 53:2, “içinizden bir elçi geldi” diyen Tevbe 9:128, ve "ben de sizin gibi bir beşerim" diyen ayetleri temel alarak nebî anlayışını yüceltmeden, uzaklaştırmadan değerlendirir.


---

🌿 Nebi Arkadaşımızdır

Kur’an’da Nebî Figürü ve Yakınlık Temsili

1. Giriş: Uzaklaştırılan Peygamber, Yabancılaştırılan Mesaj

Peygamber anlayışı, tarih içinde çeşitli inanç sistemlerinin etkisiyle “ulaşılmaz kutsal şahsiyet” haline gelmiş, nihayetinde halktan koparılmıştır. Oysa Kur’an’ın ortaya koyduğu peygamber tasviri, halkının içinden, onlarla birlikte yaşayan, acılarını paylaşan, yük taşıyan, “arkadaş” bir insandır. Bu yazı, Kur’an’da geçen "sâhibukum = arkadaşınız" ifadesi üzerinden, nebinin konumunu, topluma yakınlığını ve mesajın güvenilirliğini tartışmayı amaçlar.


---

2. Kur’an’da “Sâhibukum” İfadesi: Birlikte Yaşanmışlık Tanıklığı

Kur’an, özellikle Mekke müşriklerine hitap ederken Hz. Muhammed için şu ifadeyi kullanır:

“Sizin arkadaşınız sapmadı ve azmadı.”
(Necm 53:2 — مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَىٰ)



Bu ayette geçen “sâhibukum” kelimesi “yakın dost”, “birlikte yolculuk edilen kimse”, “arkadaş” gibi anlamlar içerir. Bu ifade, Mekkelilere hitaben, onunla çocukluktan beri yaşayanlara söylenmektedir. Yani Kur’an, peygamberi tanıtmak için onun resmî unvanlarını değil, halkla kurduğu samimi ilişkiyi ve onlarla yaşanmış hayatı öne çıkarır.


---

3. Nebî Bir Arkadaştır: Dışardan Değil, İçerden Gelen

Pek çok ayette elçilerin halkın içinden seçildiği özellikle vurgulanır:

“İçinizden öyle bir elçi geldi ki; sizin sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir, size çok düşkündür. Müminlere karşı şefkatli ve merhametlidir.”
(Tevbe 9:128)



“Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Bana, ilâhınızın yalnızca bir tek ilâh olduğu vahyediliyor.”
(Kehf 18:110)



Bu ayetlerde görüldüğü gibi, nebi:

Toplumun içinden biri,

Onların acısıyla sarsılan bir dost,

Onlara yük olmayan, yük taşıyan biridir.



---

4. Dostluk Bağı: Güven, Ahlak ve İstikamet

“Arkadaşınız sapmadı” vurgusu, hem ahlaki güvenilirlik hem de istikamet teması taşır. Mekkeliler onu “el-Emin” (güvenilir) olarak tanıyorlardı. Kur’an, bu güven ilişkisini canlı tutarak şöyle der:

“Size vahyedilene uyun. O sapmamıştır, azmamıştır. O kendi hevasından konuşmaz; söyledikleri ancak kendisine indirilen bir vahiydir.”
(Necm 53:2–4)



Burada:

Onun sözü vahiyden ibarettir.

Hevâsından (kişisel arzu, sapma) konuşmaz.

Söyledikleri güvenilirdir çünkü sizin arkadaşınızdır.



---

5. Peygamberliğin İnsanî Yüzü: Yalnızlaştırmadan Anlamak

Kur’an’da nebi; toplumdan kopuk, yüceltilmiş bir heykel değil; ağlayan, üzülen, korkan, sorgulayan, zaman zaman yalnızlık hisseden bir insan olarak anlatılır. Hatta Kur’an şöyle der:

“Andolsun, senden önce gönderdiğimiz elçiler de elbette yemek yerlerdi ve çarşılarda dolaşırlardı.”
(Furkan 25:20)



Bu ayetler, elçiliğin yalnızca mesaj taşımak değil, aynı zamanda bir hayat biçimini paylaşmak olduğunu gösterir.


---

6. Sonuç: Uzaklaştırma Değil Yakınlaştırma

Kur’an’ın sunduğu nebî modeli; toplumun içinden, onunla yaşayan, halkı için çırpınan bir yakın dost ve güvenilir yol arkadaşıdır. O, göklere çıkarılan değil, yeryüzünde yük taşıyan biridir.

“Nebiler bizim arkadaşlarımızdı. Onlar gibi düşünmeye, onlar gibi yürümeye ve onların taşıdığı emaneti omuzlamaya çağrılıyoruz.”




---

🔚 Vurgulu Son Söz:

“Sâhibukum” ifadesi, peygamberi yüceltmeden yüceltmenin; onu tanrılaştırmadan sevmenin Kur’anî formülüdür. Çünkü arkadaş kutsanmaz, anlaşılır; arkadaşın sözüne itimat edilir, yükü paylaşılır.”


---

UYARI / HATIRLATMA


Bu metinlerde yer alan görüş, yorum ve çıkarımlar, beşerî çabanın bir ürünüdür.

Lütfen her ifadeyi Kur’an’ın bütünüyle değerlendirin; ayetlerin rehberliğinde tartın, ölçün ve doğrulayın. 

Hakikatin tek ölçüsü Allah’ın kitabıdır. Yanlış varsa bize, doğru varsa Allah’a aittir.

Diğer kategorize edilmiş yazılarımıza aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz



Rabbim Dosdoğru Yol Üzeredir ✨




✨ Rabbim Dosdoğru Yol Üzeredir

Hûd Suresi 56. Ayet Üzerine Kavramsal Bir İnceleme


---

1. Giriş: İlahi Yolun Sahibi mi, Öznesi mi?

Kur’an’da “sırât-ı müstakîm” (dosdoğru yol) kavramı çoğunlukla insanların yönelmesi gereken bir ilke sistemi olarak sunulur. Ancak Hûd Suresi 56. ayette geçen, “Rabbim dosdoğru yol üzeredir” ifadesi bu algıyı ters yüz eder. Bu ayet, Allah’ın sadece bir yol belirleyici değil, bizzat o yolun üzerinde ve temsilcisi olduğunu vurgular. Bu ifade, hem teolojik hem ontolojik olarak derin anlamlar içerir.


---

2. Ayetin Bağlamı ve Konuşmacısı

Ayetin tamamı şöyledir:

> “Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Hiçbir canlı yoktur ki O’nun tarafından tutulan perçemi olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yol üzerindedir.”
(Hûd 11:56)



Bu söz, Hz. Nûh’un, kavminin tehdidi karşısında verdiği cevaptır. Tehdit ve korku karşısında Allah’a güvenen peygamber, Rabbini kararlılığı, yasallığı ve adaletiyle tanıtarak kendisine güvenme gerekçesini temellendirir. Ayet, Allah’ın evreni yöneten keyfî bir güç değil, ilkelerle iş gören bir Rab olduğunu bildirir.


---

3. “Sırât-ı Müstakîm” Ne Anlama Gelir?

Kur’an’da geçen “sırât-ı müstakîm” ifadesi:

Sırât: Yol, güzergâh, takip edilen yönelim.

Müstakîm: Dosdoğru, eğrilikten uzak, kararlı ve tutarlı.


Bu yol, hem bireysel anlamda insanın yaşam çizgisi, hem de evrensel anlamda Allah’ın varlığa yüklediği düzenli yasalar bütünüdür. Allah’ın bu yol üzerinde olması, O’nun bütün işlerini:

Adaletle

Tutarlılıkla

Hikmetle

Ölçüyle yaptığını bildirir.



---

4. Allah’ın Sırat Üzerinde Olması Ne Demektir?

Bu ifade, birkaç temel ilkede toplanabilir:

a) İlahi Yönetimde İlkesellik Vardır

Allah, kararlarında keyfî davranmaz. O'nun rahmeti, gazabı, bağışlaması ya da cezalandırması, hep “sırât-ı müstakîm” üzerindedir. Bu, O’nun:

Hesap veren değil, hesap gören

Değişken değil, kararlı

Çelişen değil, tutarlı


bir varlık olduğunu gösterir.

b) Allah’ın Yoluna Uymak, O’nun Davranış Modelini Takip Etmektir

Müminler, Allah’ın dosdoğru yol üzerinde olduğunu bildiklerinde, O’nun ilkelerini model alırlar. “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak” (et-tehalluk bi-ahlâkillâh) deyimi, tam da buradan doğar. O halde sırât-ı müstakîm:

Salt bir emirler listesi değil,

Allah’ın karakterinin evrene yansımasıdır.



---

5. Tevhid İlkesiyle Bağlantısı

Bu ayet, Allah’ın birliğini sadece varlık olarak değil, yönetim tarzı ve değer sistemi olarak da vurgular. Tevhid:

Sadece “tek Tanrı inancı” değil,

Tek ilkeye bağlılık, tek yasanın hâkimiyeti, çoktanrıcılığa karşı sistemsel tutarlılıktır.


Şirk, Allah’ın bu dosdoğru çizgisine başka kaynaklar eklemek, eğrilikler sokmaktır. Bu nedenle ayet, tevhidi ahlaki ve yönetsel bir ilke olarak kurar.


---

6. Allah’a Güvenin Dayanağı: İlkesel İstikrar

Nûh’un kavmine karşı bu sözleri, iman edenlerin tarih boyunca korkusuz kalmalarını sağlayan bir hakikati temsil eder:

> Allah keyfî değil, kararlıdır.
O’nun sisteminde rastlantı değil, ölçü; zulüm değil, adalet vardır.



Bu güven, peygamberlerin risalet sürecindeki en güçlü dayanaklardan biridir. Aynı zamanda mümin bireyin içsel dinginliği de buradan beslenir.


---

7. Sonuç: “Rabbim Dosdoğru Yol Üzeredir” Ne Demek?

Allah’ın adaleti sabittir.

Allah’ın cezalandırması ölçülüdür.

Allah’ın affı bile keyfî değil, hikmete dayalıdır.

İlahi sistem bir hukuk ve ahlak sistemidir.

Bu sistemin sahibi de bizzat o sistemin ilkelerine bağlıdır.


Bu ayet, Allah-insan ilişkisinde güveni sağlayan temel taşıdır. İnsan bilir ki, Allah’ın yaptığı her şey, dosdoğru bir yolun üzerindedir. Bu ise hem tevhidi sağlamlaştırır, hem ahlakı.


---


UYARI / HATIRLATMA


Bu metinlerde yer alan görüş, yorum ve çıkarımlar, beşerî çabanın bir ürünüdür.

Lütfen her ifadeyi Kur’an’ın bütünüyle değerlendirin; ayetlerin rehberliğinde tartın, ölçün ve doğrulayın. 

Hakikatin tek ölçüsü Allah’ın kitabıdır. Yanlış varsa bize, doğru varsa Allah’a aittir.

Diğer kategorize edilmiş yazılarımıza aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz

Uzaklardan Gelen İsimsiz Adam 👤




🕊️ Uzaklardan Gelen Hakikat: Yâsîn Suresi’ndeki İsimsiz Adamın Kıssası

📜 Ayetler (Yâsîn 36:13–27) Arasında Geçen Olay:

Kur’an, Yâsîn Suresi’nin 13. ayetinden itibaren, bir şehre gönderilen üç elçiden ve bu elçilerin toplum tarafından reddedilmesinden bahseder. Halk, elçileri yalanlar, onları taşlamakla tehdit eder. İşte bu esnada şehrin en uzak yerinden bir adam belirir.

“Ve şehrin en uzak köşesinden bir adam koşarak geldi. Dedi ki: 'Ey kavmim! Bu gönderilenlere uyun. Sizden hiçbir ücret istemeyen, doğru yolda olanlara uyun.'”
(Yâsîn 36:20–21)



Adam sadece söz söylemez, koşar. Ve hemen ardından gelen ayetlerde öldürülür; fakat onun için "cennet" müjdesi verilir.


---

🧭 1. Uzaklık ve Yakınlık: Fiziksel Değil, Ahlâkî Bir Harita

Bu kıssada coğrafya değil vicdan haritası çizilir. Adam, merkezden fiziksel olarak uzak olabilir ama hakikate en yakın kişidir. Tam tersi, şehir merkezindekiler (toplumun elitleri, kanaat önderleri) gerçeğe karşı en kör ve kibirli olanlardır.

Bu durum Kur’an’ın birçok kıssasında tekrar eder:

Lut kavminin azgınları şehir merkezindedir, Lut ise dışlanmıştır.

Musa’ya destek olan kişi sarayın dışından gizlice yaklaşır.

İbrahim ateşe atılırken, halkın merkezî gücü zulmetmektedir.

Ashâb-ı Kehf mağaraya çekilmiştir; şehirdekiler yozlaşmıştır.


🔁 Ders: Hakikat çoğu zaman merkeze değil, kenarlara siner.


---

🧍‍♂️ 2. İsimsiz Ama Ölümsüz: Temsilî Bir Karakter

Kur’an bu adamın adını vermez. Neden?

Çünkü bu adam her dönemde, her şehirde, her toplumda olabilir.

Adının olmaması, onun zamansız bir şahsiyet olduğunu gösterir. Bu adam, bugün de var olabilir:

Gerçekleri dillendiren ama sistem dışında kalan vicdan sahipleri,

Aklını ve kalbini kullanarak çoğunluğun aksine hakikate yönelen insanlar,

Halk arasında sessiz yaşayan ama bir an geldiğinde cesurca öne çıkan bireyler…


📌 O bir kişi gibi görünür ama aslında hakikatin sesidir.



---

🕯️ 3. Koşmak: Bilinçli Bir İyilik Aceleciliği

“Koşarak geldi” ifadesi (يَسْعَىٰ) sıradan değildir. Bu adam koşar çünkü vakit kaybı, zulme ortaklıktır.
Bu koşu bir eylem çağrısıdır:

Hakikatin yanında olmak için zaman bekleme,

İyiliği savunmak için resmî yetki arama,

Toplumun dönüşmesi için kalabalıkları değil, kararlılığı önemse.


⏳ Zaman akıyor. Adam bunu anlamış, koşmuştur.



---

⚖️ 4. Öldürülmesi: Gerçeğin Bedeli

Bu adam, sadece konuştuğu için öldürülür. Elçi bile değildir ama onların yanında yer aldığı için susturulur.

Bu, tarihte tekrar eden bir örüntüdür:

Habil öldürülür, sadece haklı olduğu için.

Şuayb kavmi, “ya bizim gibi ol ya da seni taşlarız” der.

Ashâb-ı Uhdûd, imanlarından dolayı diri diri yakılır.

Hz. Muhammed'e “ya sus ya da…” denir.


Kur’an’ın verdiği mesaj açıktır:
Hakikati savunmanın bedeli olabilir. Ama karşılığı, Allah katındadır.




---

🪷 5. “Keşke kavmim bilseydi…”

Adam öldürüldüğünde Kur’an onun şu sözünü aktarır:

“Keşke kavmim Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırdığını bilseydi!”
(Yâsîn 36:26–27)



Bu, kin değil; tebliğ ve merhamet temennisi dolu bir ifadedir. Onu öldüren kavmine bile hâlâ uyanmaları için bir çağrı vardır.
Gerçek bir mü’min, düşmanına bile acır. Çünkü mesele düşmanlık değil, hakikatin tanınmasıdır.


---

🌍 Günümüz İçin Dersler:

🔹 Gerçekler bazen “merkezden” değil, “kenardan” yükselir.
🔹 Kalabalık olmak değil, cesur ve kararlı olmak önemlidir.
🔹 Sessiz kalmak, haksızlığa ortaklıktır.
🔹 Herkes sustuğunda, konuşan bir kişi tüm kaderi değiştirebilir.
🔹 İsmin yoksa da tarihe iz bırakabilirsin.


---

🧩 Kıssa Yorumu Sonuç:

Yâsîn’deki o isimsiz adam, bir kişiden çok bir tavır, bir ahlâkî duruş, bir çağrıdır.
Bugün de her şehirde, her sistemde “uzakta” olan ama vicdanı uyanık insanlar vardır. Onlara düşen görev, gerçeği görüp koşarak o hakikate destek olmaktır.

“Merkez” senin bulunduğun yer değil, doğrunun olduğu yerdir.
Gerçek bir mü’min, ne kadar uzak olursa olsun, oraya koşarak gider.


---

28 Haziran 2025 Cumartesi

Kuranda AKIL "Bağ Kurmak" 🤔



Kur’an’da akıl (عقل) üzerine gerçekten şaşırtıcı ve düşündürücü yönlerden biri, “akıl” kelimesinin hiç isim olarak geçmemesi ama sürekli fiil olarak (يعقلون – aklederler) kullanılmasıdır. Bu, çok derin ve mecazi bir öğretidir:


---

🔍 Akıl Kur’an’da Bir Fiildir, Bir Süreçtir – Bir Potansiyel Değil, Bir Eylemdir!

Kur’an’da “akıl” kelimesi bir nesne, varlık ya da içsel bir güç olarak değil; aktif bir fark ediş, bağlantı kurma ve sonuç çıkarma eylemi olarak geçer.

🧠 "Aklı olanlar" değil, "akledenler" vardır:

“İşte biz âyetleri, aklını kullanan bir topluluk için böyle açıklıyoruz.”
(Bakara 2:242)

“Düşünesiniz diye size ayetleri böyle açıklıyoruz.”
(Bakara 2:219)


Bu kullanım biçimi şu anlamı verir:

 “Akıl, sizde olan bir şey değil; sizin yaptığınız bir şeydir.”




---

💡 Şaşırtıcı Boyut: Akletmek, "Bağ Kurmak" Anlamındadır

“Akl” kökü Arapçada deveyi iple bağlamak anlamından gelir.
Yani Kur’an’ın dilinde akletmek, kopuk olan şeyleri bağlamak, parçalar arasında anlamlı ilişkiler kurmak demektir.

Buna göre:

Bilgi akletmeden anlamlı olmaz.

İnanç, akletmeden şirk üretir.

Kutsal, akletmeden şekle dönüşür.



---

❗️Kur’an’da Akletmeyenlerin Tanımı Şoke Edici

Kur’an, akletmeyenleri sadece düşüncesiz olarak değil, hayvandan daha aşağı seviyede görür:

> "Andolsun, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık.
Onların kalpleri vardır, onunla anlamazlar;
gözleri vardır, onunla görmezler;
kulakları vardır, onunla işitmezler.
Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da aşağıdadırlar.
İşte onlar gafillerdir."
(A'râf 7:179)



📌 Burada kalp = akıl merkezidir. Akletmeyenler, algı organlarını kullanmadıkları için varoluşun amacından kopmuştur.


---

🌀 Daha da Şaşırtıcı: "Kur’an Akıl Sahibini Çağırmaz – Akledenleri Çağırır!"

Kur’an’da “Ey akıl sahipleri!” diye bir hitap yoktur. Ama şöyle der:

> "Allah size ayetlerini açıklıyor, ümîd edilir ki aklınızı kullanırsınız."
(Bakara 2:242)



Yani Kur’an:
❌ Akıl taşıyana değil,
✅ Akıl kullanana seslenir.


---

📘 Şaşırtan Sonuç:

Kur’an’a göre “akıllı olmak” bir doğuştan gelen yetenek değil;
Sürekli çaba gerektiren bir eylemdir.

Ve en büyük akılsızlık:

> “Ayetleri işitip düşünmemek,
kalbiyle bağ kurmamak,
mesajla yüzeysel kalmak”tır.



UYARI / HATIRLATMA


Bu metinlerde yer alan görüş, yorum ve çıkarımlar, beşerî çabanın bir ürünüdür.

Lütfen her ifadeyi Kur’an’ın bütünüyle değerlendirin; ayetlerin rehberliğinde tartın, ölçün ve doğrulayın. 

Hakikatin tek ölçüsü Allah’ın kitabıdır. Yanlış varsa bize, doğru varsa Allah’a aittir.

Diğer kategorize edilmiş yazılarımıza aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz

AHSABI RAKİM "sayılara takılanlar"





Ashab-ı Kehf ve Ashab-ı Rakim


Kehf Suresi Merkezli Kavramsal Bir Okuma


Kur’an-ı Kerim'de anlatılan birçok kıssa gibi, Ashab-ı Kehf kıssası da tarihsel bir olayın ötesinde, temsilî ve öğretici yönleriyle ön plana çıkar. Bu kıssa, Hz. Muhammed’e dönemin müşrikleri tarafından yöneltilen sorular çerçevesinde, özellikle Ehli Kitap tarafından spekülasyona uğratılmış bir anlatının arka planında yer alır. Allah, Kehf Suresi'nde bu olayın özünü aktararak hem geçmişten bir öğüt sunar hem de kıssalara yönelik detaycı ve şekilci yaklaşımları eleştirir.

İki Topluluk: Ashab-ı Kehf ve Ashab-ı Rakim


Kur’an’ın ifadesiyle bu anlatıda iki ayrı topluluktan söz edilir:

1. Ashab-ı Kehf: İnançları uğruna zulümden kaçarak toplumsal hayattan tümüyle tecrit olan gençlerdir. Dağlara çekilmiş, bir mağarada yaşamaya başlamışlardır. Allah onların kulaklarına perde koyarak gündelik hayattan tümüyle yalıtıldıklarını temsil eder. O kadar ki, onları gören bir kimse korkuya kapılacak kadar farklı bir duruşa sahiptirler. Sistemli bir hayat kurmuş, köpekleriyle birlikte kendilerine korunaklı bir yapı oluşturmuşlardır.


2. Ashab-ı Rakim: Sayılarla uğraşan, kıssanın özünü kaçırıp detaylara takılan topluluktur. “Üçtüler, dördüncüleri köpekleriydi” veya “Yediydiler, sekizincileri köpekleriydi” diyerek gayb üzerine tahminler yürütürler. Rakim kelimesi “rkm” kökünden gelir ve "saymak, hesap etmek, yazmak" anlamlarını taşır. Mutaffifîn Suresi’nde geçen "kitabun merkûm" ifadesiyle bağlantılıdır; her şeyin hesaplandığı bir kitap anlamındadır.



Bu iki topluluk, bize Kur’an kıssalarının nasıl anlaşılması gerektiğine dair önemli bir uyarı sunar: Bir grup özü kavramış, diğeri ise ayrıntılarda boğulmuştur.

Mağaraya Sığınma ve Sistem Dışı Bir Direniş


Gençler, zulüm gören bir toplumda özgürce iman edemedikleri için mağaraya sığınırlar. Bu, sadece bir kaçış değil; sistemden bilinçli bir kopuştur. Onlar Rabblerinden rahmet diler, kurtuluş için bir çıkış yolu isterler (Kehf 10). Allah da onları hayattan yalıtarak bir tür koruma altına alır (Kehf 11). Bu süreçte dünya ile tüm bağları kesilir; ne zaman geçtiğini bile hesap edemez hale gelirler. Güneşin doğuşu ve batışı bile onlara dokunmaz (Kehf 17), bu temsil, hayatla olan bağlarının ne denli koptuğunu anlatır.

Sonrasında tekrar “بعث / beʿs” fiiliyle hayata döndürülürler – ki bu Kur’an’da genellikle “yeniden diriltme” değil, “gönderme, görevlendirme” anlamında kullanılır. Yani bu gençler, yeniden topluma gönderilirler; fark edilince kıyamet ve Allah’ın vaadi gibi büyük hakikatler hakkında bir uyarı vesilesi olurlar (Kehf 21).

Özden Kopup Detaylara Takılmak: Ashab-ı Rakim


Kehf Suresi 22. ayet, bu kıssanın en kritik uyarısını taşır:

 “(Ashab-ı Rakim:) ‘Onlar üç kişidir; dördüncüleri köpekleridir... Yedidirler; sekizincisi köpekleridir’ derler. De ki: Onların sayısını Rabbim daha iyi bilir. Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır. Öyleyse onlarla ilgili olarak yalnızca açık bilgiye dayanan bir tartışmaya gir ve bu konuda kimseye malumat sorma.”



Bu ayet, kıssaların detaylarına boğulmanın, gayb üzerine tahmin yürütmenin ve şekilci yorumların nasıl bir sapma olduğunu ortaya koyar.

Ashab-ı Kehf'ten Alınacak Mesajlar


Kur’an, bu gençleri bize örnek olarak sunar:

Teslimiyetleri: Rablerine tam bir imanla bağlıydılar (Kehf 13).

Kıyamları: Toplumun şirk düzenine karşı açık bir tavır sergilediler (Kehf 14).

Tavizsiz Tutumları: Putlaştırılmış değerlere karşı delil istediler (Kehf 15).

Kararları: Mağaraya çekilmeyi bir direniş biçimi olarak kabul ettiler (Kehf 16).


Bu tavır, Kur’an’ın inşa etmek istediği bilinçli ve sorumlu mü’min tipolojisinin özüdür.

Ashab-ı Rakimler Bugün Aramızda mı?


Kehf kıssasından hareketle bugün de şekilcilik ve ayrıntıcılıkla uğraşan, dinin özünü kaçıran bir kesim vardır. İslam’ın asıl hedefi; adaletli bir düzen kurmak, zulme karşı direnmek, hakkı ayakta tutmak iken, bazıları hâlâ şu sorularla meşguldür:

Namaz kaç rekattır?

Zekât hangi oranla verilir?

Abdestte üç mü yıkanır, bir mi?

Tesbih 33 mü, 99 mu?

Tavaf sayısı kaçtır?

Üzerinde 19 vardı?


Bunlar, dinde şekilsel pratiklerdir; ancak asıl amaç olan adalet, rahmet ve tevhid gibi temel ilkeler ihmal edilirse, Ashab-ı Rakim’in yaptığı hataya düşülmüş olunur.

Sonuç: Kıssaların Asıl Amacı


Kur’an kıssaları; tarih bilgisi vermek ya da spekülasyon üretmek için değil, ahlaki ve zihinsel bir öğüt sunmak için anlatılır. Ashab-ı Kehf kıssası da bize şunu öğretir:

İnanç uğruna sistemden kopmak gerektiğinde, sabırla ve Allah’a güvenerek yeni bir yol açılır. Ancak bu kıssalardan öğüt alacak olanlar, şekilcilikten uzaklaşıp, özün peşine düşenlerdir.




---

UYARI / HATIRLATMA


Bu metinlerde yer alan görüş, yorum ve çıkarımlar, beşerî çabanın bir ürünüdür.

Lütfen her ifadeyi Kur’an’ın bütünüyle değerlendirin; ayetlerin rehberliğinde tartın, ölçün ve doğrulayın. 

Hakikatin tek ölçüsü Allah’ın kitabıdır. Yanlış varsa bize, doğru varsa Allah’a aittir.

Diğer kategorize edilmiş yazılarımıza aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz




22 Haziran 2025 Pazar

Zekatı Verirken Boyun Eğmek: Rükuda Zekat




Zekatı Verirken Boyun Eğmek: Rükuda Zekât


Kur’an’da birçok ahlaki ilke, ritüel ifadelerin ötesinde bir zihin ve davranış dönüşümünü esas alır. Bunlardan biri de zekât kavramıdır. Zekât, sadece maddi bir ibadet değil, aynı zamanda bir arınma, tevazu ve toplumsal denge aracıdır. Mâide Suresi 55. ayette geçen "rükû hâlinde zekât verme" ifadesi, bu derinliği yansıtan nadide anlatımlardan biridir. Ayet şöyledir:

“Sizin veliniz ancak Allah’tır, Resûlü’dür ve iman edenlerdir; onlar ki salâtı ikame ederler ve zekâtı verirlerken rükû hâlindedirler.”
(el-Mâide, 5:55)



Bu makalede, “rükû hâlinde zekât vermek” ifadesinin anlamı incelenerek, zekât ibadetinin yalnızca ekonomik değil, ontolojik ve ahlaki bir duruş olduğunu göstermek amaçlanmaktadır.


---

1. Rükû: Boyun Eğmenin Sembolü

Rükû (ركوع) kelimesi Arapça’da “eğilmek, teslim olmak, kibri bırakmak” anlamlarına gelir. Kur’an’da hem bedensel bir hareket (namazdaki eğilme) hem de zihinsel bir teslimiyet hali olarak geçer. Rükû, secdeden önce gelen, insanın “egosunu kırdığı” ve Rabbine yöneldiği bir eşiktir.

Kur’an’da geçen “râkiûn – rükû edenler” ifadesi, bazen gerçek anlamda namazda eğilen kimseleri, bazen de alçakgönüllü, itaatkâr ve kibirden arınmış insanları tanımlar:

“Ey iman edenler! Rükû edin, secde edin, Rabbinize ibadet edin ve hayır işleyin; umulur ki kurtulursunuz.”
(el-Hac, 22:77)


Burada rükû ve secde sadece namazı değil, Allah’a karşı bir bilinç halini temsil eder.


---

2. Zekât: Arınma ve Toplumsal Teslimiyet

Zekât kelimesi, “arınmak” (تزكية) kökünden gelir. Kur’an’da, sadece malların değil, kişinin benliğinin de arındırılması anlamında kullanılır:

“Onların mallarından sadaka al ki onunla onları temizleyip arındırasın.”
(et-Tevbe, 9:103)


Zekât, bireyin mala olan bağımlılığını kırar ve toplumsal bir denge sağlar. Fakat zekâtın anlamı, sadece vermek değil, nasıl verildiği ile tamamlanır. Mâide 55. ayet bu noktada çok çarpıcıdır:

“Zekâtı verirlerken rükû hâlindedirler”


---

3. Rükû Hâlinde Zekât: Sadece El Değil, Kalp de Eğilmeli

Mâide 55. ayette geçen ifade, gramer olarak bir hal cümlesidir. Yani “zekât verirlerken şu hâlde bulunurlar” anlamındadır. Ayette:

“يُؤْتُونَ الزَّكَاةَ” → Zekât verirler

“وَهُمْ رَاكِعُونَ” → Onlar rükû hâlindedirler


Burada “râkiûn” kelimesi isim-fiil olup, zekât verilirken kişinin içinde bulunduğu durumu tarif eder. Bu ifade, zekâtın bir boyun eğiş, alçakgönüllülük ve teslimiyet içinde verilmesi gerektiğini ima eder.

Bu yaklaşım, zekâtın bir üstünlük gösterisi, bir başa kakma, bir reklam unsuru olmaktan çıkarılıp ihlas ve tevazu ile yapılan bir kulluk eylemi haline getirilmesidir.


---

4. Zekâtın Manevi Boyutu: Egonun Rükûsu

Kur’an’da iyilik yaparken dikkat edilmesi gereken önemli bir uyarı vardır:

“Ey iman edenler! Başa kakarak ve eziyet ederek sadakalarınızı boşa çıkarmayın…”
(el-Bakara, 2:264)


Bu ayet, iyiliğin ve zekâtın, içselleştirilmiş bir ahlaki duruşla yapılması gerektiğini vurgular. Zekât vermek, maldan değil egodan feragat etmekle anlam kazanır. Bu nedenle Mâide 55’teki “rükû hâlinde” ifadesi, sadece fiziksel bir eğilmeyi değil, egonun eğilmesini, ruhun boyun eğmesini temsil eder.


---

5. Sonuç: Rükûda Zekât Vermek Ne Demektir?

Kur’an’da zekâtı “rükû hâlinde” veren müminler, sadece zengin olup paylaşan değil; aynı zamanda alçakgönüllü, Allah’a teslim olmuş, topluma karşı sorumluluğunun bilincinde olan kimselerdir. Bu ayet, zekâtın fiziksel bir eylem değil, bir kulluk şuurunun dışavurumu olduğunu gösterir.

Zekâtı rükû hâlinde vermek, elin vermesiyle değil, kalbin eğilmesiyle anlam bulur.


---

6. Günümüz Bağlamında Rükû Hâlinde Zekât

Mâide 55. ayet, modern dünyada zekâtın nasıl verilmesi gerektiği konusunda bize önemli bir perspektif sunar. Günümüzde zekâtın ve genel olarak hayırseverliğin çoğu zaman şeffaflık ve hesap verebilirlik gerektirdiği bir ortamda, bu ayetin ruhu daha da önem kazanmaktadır.

Modern bağlamda "rükû hâlinde zekât" vermek, sadece fiziksel bir eğilme veya içsel bir tevazu ile sınırlı değildir. Aynı zamanda şunları da içerebilir:
 
* Gizlilik ve İhlas: Zekâtın ve sadakanın gösterişten uzak, ihlasla verilmesi. Günümüz sosyal medya çağında yapılan yardımların veya bağışların duyurulması yerine, Allah rızası için yapılmasına özen göstermek, "rükû hâlinde" vermenin bir yansımasıdır.
 
* Empati ve Saygı: Zekât verilen kişiye karşı empati ile yaklaşmak ve onun onurunu korumak. Yardım alan kişiyi rencide edici veya mahcup edici tavırlardan kaçınmak, bu boyun eğme ve tevazu halinin bir parçasıdır. Zekâtı bir lütuf değil, hak sahibine teslim edilen bir emanet olarak görmek, ayetin ruhunu yansıtır.

 * Doğru Yere Ulaştırma Bilinci: Verilen zekâtın gerçekten ihtiyaç sahiplerine ve doğru kanallara ulaştığından emin olmak. Bu, malın ve niyetin arınması kadar, eylemin de doğru ve faydalı olmasını sağlar.

 * Sürekli Sorumluluk: Zekâtın sadece yıllık bir yükümlülükten öte, toplumdaki ihtiyaçlara karşı sürekli bir sorumluluk bilinciyle hareket etmek. Bu, kişinin sadece malıyla değil, zamanıyla, bilgisiyle ve çabasıyla da topluma katkıda bulunma arzusunu ifade eder.

UYARI / HATIRLATMA


Bu metinlerde yer alan görüş, yorum ve çıkarımlar, beşerî çabanın bir ürünüdür.

Lütfen her ifadeyi Kur’an’ın bütünüyle değerlendirin; ayetlerin rehberliğinde tartın, ölçün ve doğrulayın. 

Hakikatin tek ölçüsü Allah’ın kitabıdır. Yanlış varsa bize, doğru varsa Allah’a aittir.

Diğer kategorize edilmiş yazılarımıza aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz

Kıyamet Günü Ortaklar ve İddiaları: Gerçek Şirk Nerede Başlar?




Kıyamet Günü Ortaklar ve İddiaları: Gerçek Şirk Nerede Başlar?

Kuran-ı Kerim, kıyamet gününde yaşanacak dehşet verici manzaraları ve insanların sorgulanma süreçlerini net bir şekilde ortaya koyar. Bu sorgulamaların en can alıcı noktalarından biri de, şüphesiz, şirk meselesidir. En'am Suresi'nin 22. ve 23. ayetleri, o gün ortak koşanların nasıl bir durumla karşılaşacaklarını ve ne tür mazeretler ileri süreceklerini çarpıcı bir şekilde tasvir eder:

"O gün onların hepsini toplayacağız. Sonra ortak koşan kimselere 'İddia ettiğiniz ortaklarınız nerede?' diyeceğiz." (En'am-22)

Bu ayet, mahşer gününün o çetin anında, Allah'tan başkasına ibadet eden, O'na ortak koşanların yüz yüze kalacakları büyük sorguyu gözler önüne serer. Onlar, dünyada kendilerine şefaatçi ya da aracı edindikleri "ortaklarını" arayacak, ancak onları bulamayacaklardır. Bu soru, sadece putlara tapanları değil, Allah'ın mutlak birliğine gölge düşürecek herhangi bir düşünce veya eylemde bulunan herkesi kapsayan evrensel bir sorgudur.

Ayette geçen "ortaklar" kavramının yalnızca cansız putlarla sınırlı olduğu düşüncesi, büyük bir yanılgı ve tehlikedir. Zira şirk, sadece bir taşa, ağaca veya heykele tapmakla sınırlı değildir. Şirk, Allah'ın koyduğu hükümlerin ötesinde hükümler koymaya kalkışmak, O'na ait olan yetkileri başkalarına atfetmek veya Allah'tan başka varlıklara, kutsal kişilere ya da metinlere Kur'an'ın önüne geçecek bir otorite atfetmekle de ortaya çıkabilir.

İkinci ayet ise bu durumdaki insanların çaresizliğini ve inkarlarını gözler önüne serer:
"Sonra onların 'Allah'a yemin ederiz ki biz Rabbimize ortak koşanlar değildik.' demekten başka onların bahaneleri olmayacak." (En'am-23)
Bu ifade, şirke bulaşmış olanların dahi kıyamet günü kendilerini nasıl inkar edeceklerini gösterir. Onlar, dünyada yaptıkları şirkin farkında bile olmayabilirler, ya da yaptıkları eylemlerin şirk olduğunu kabul etmeyebilirler. 

Bu durum, özellikle günümüzde Kur'an'a muhalif hadisleri Kur'an'ın önüne koyarak veya Kur'an'la çelişen rivayetlere iman ederek dinde yeni hükümler uyduranlar için ciddi bir uyarı niteliğindedir.

Ne yazık ki, tarih boyunca ve günümüzde birçok insan, Kur'an'ın açık ve net ilkelerine rağmen, çeşitli rivayetleri veya geleneksel yorumları dinin asli kaynağı gibi kabul etmiş ve Kur'an'ın ruhuna aykırı uygulamalara yönelmiştir. Kimi zaman peygamberlere, velilere veya dini önderlere, Allah'ın vasıflarına ortak koşacak derecede ulviyet atfedilmiş, kimi zaman da Kur'an'da olmayan ibadet şekilleri veya hükümler dinin bir parçası gibi algılanmıştır.

Bu durumdaki kişiler, o gün geldiğinde, "Biz Rabbimize ortak koşanlar değildik" diye yemin etmekle yetineceklerdir. Çünkü onlar, kendilerini samimi birer mümin olarak görmüş, belki de iyi niyetle hareket etmişlerdir. Ancak Allah katında şirk, niyetten bağımsız olarak, O'nun mutlak birliğine ve Kur'an'ın eksiksizliğine gölge düşüren her türlü eylem ve inancı kapsar.

Dolayısıyla, bu ayetler bize çok önemli bir ders vermektedir: Gerçek şirk, sadece putperestlikle sınırlı değildir. Allah'ın kelamına, yani Kur'an'a tam olarak teslim olmadan, başka kaynakları Kur'an'ın önüne koyarak veya Kur'an'a aykırı rivayetlere dayanarak dini anlamaya çalışmak, farkında olmadan şirke düşme riski taşır.

Kıyamet günü "ortak koşanlardan değildik" bahanesi, o günün çetin sorgusunda kimseye bir fayda sağlamayacaktır. Asıl olan, dünya hayatında iken Kur'an'a sıkı sıkıya sarılmak, onun ışığında doğru yolu bulmak ve Allah'ın birliğini tam anlamıyla kavramaktır.

UYARI / HATIRLATMA


Bu metinlerde yer alan görüş, yorum ve çıkarımlar, beşerî çabanın bir ürünüdür.

Lütfen her ifadeyi Kur’an’ın bütünüyle değerlendirin; ayetlerin rehberliğinde tartın, ölçün ve doğrulayın. 

Hakikatin tek ölçüsü Allah’ın kitabıdır. Yanlış varsa bize, doğru varsa Allah’a aittir.

Diğer kategorize edilmiş yazılarımıza aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz

KURANA GÖRE İMAN NASIL OLMALI ? 🫀




Kur'an'ın sunduğu iman anlayışı, kuru bir kabullenmeden öte, bilinçli, ilkeli ve ahlaki bir duruşu ifade eder. Allah'a, meleklere, kitaplara ve rasullere iman; yaşamın merkezine yerleştirilmesi gereken temel bir şuurdur. Bu başlıklarda imanın Kur'an perspektifinden ne anlama geldiğini detaylandıralım.

1. Allah'a İman

Allah'a iman, Kur'an'ın en temel çağrısıdır. Bu iman;

Tevhid esasına dayanır: Allah birdir, eş ve ortak kabul etmez (Bakara 2:163).

Sıfatlarına iman şeklindedir: Her şeyi bilen, gören, duyan, her şeye gücü yeten, rahmet sahibi ve adil olan bir Allah inancı (Haşr 59:22-24).

Yalnızca O'na kulluk ve teslimiyet gerektirir: "Yalnızca sana kulluk ederiz, yardımı da yalnızca senden dileriz" (Fatiha 1:5).

Kur'an, Allah'a imanı sadece bir "kabul" olarak değil, aynı zamanda O'nun öğrettiği hayat sistemine (çağrısına) itaat ve sadakat olarak tanımlar.

2. Meleklere İman

Meleklere iman, Allah'ın emirlerini uygulayan mesajlara ve güçlere iman anlamındadır. Kur'an'da meleklere dair şu esaslar belirtilir:

Yaratılış fıtratları ayrıdır: "Melekleri iki, üç, dört kanatlı elçiler olarak yarattı..." (Fatır 35:1). Buradaki "kanat" kudret ve görev yetkisi anlamındadır.

Allah'a itaat ederler: "O'na isyan etmezler, emrolunduklarını yerine getirirler" (Tahrim 66:6).

Vahiyle, canla, tabiatla ilişkilidirler: "Melekleri vahiy ile indirir" (Nahl 16:2).

Kur'an'a göre meleklere iman, ilahi düzenin gözle görülmeyen ama hissedilen boyutunu kabul etmektir. Melekleri kutsallaştırmak, yardım isteyecek öznelere dönüştürmek ise şirktir. Tabiat ana, dişil isimlendirmeler, gök yüzünde konseyler..

3. Kitaplara İman

Kur'an'a göre Allah, insanlara hidayet rehberi olarak kitaplar göndermiştir:

Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an" vahiy zincirinin halkalarıdır (Ali İmran 3:3).

Kur’an, bu kitapların doğrulayıcısı ve sonudur (Maide 5:48).

"Bu kitap sana yetmiyor mu?" (Ankebut 29:51) ayeti, Kur'an’ın tek başvuru kaynağı olduğunu ilan eder.

Kitaplara iman, Kur'an'ı hayat rehberi olarak kabul etmekle tamamlanır. Onun öğretilerini anlamaya çalışmak, ön yargılarla değil, teslimiyetle yaklaşmak gerekir.

Kur’an, "kitap" kavramını sadece yazılı bir metin değil, Allah’tan gelen bir yasa, ölçü, ilke sistemi olarak tanımlar. Kitap, hayatı adaletle düzenlemek, insanları zulümden kurtarmak ve doğru yolu göstermek için indirilmiştir (Hadid 57:25).

Ayrıca Kur’an’da geçen "ehlu’l-kitâb" ifadesi de, kitaba iman edenler ile etmeyenlerin ayrımını netleştirir. Gerçek anlamda kitaba iman edenler, kitabı sadece taşımayanlar değil, onu yaşayanlardır:

"Kitap yüklü eşekler gibi olanlar... Ne kötü bir örnektir!"Cum’a 62:5

Dolayısıyla kitaplara iman, kitabın ahlâkını kuşanmak ve onu toplumun adalet temeli yapmak anlamına gelir.

4. Rasullere İman

Kur'an, peygamberlerin görevini şu şekilde tanımlar:

Tebliğ: "Rasule düşen sadece apaçık tebliğdir" (Nahl 16:35).

Örnek olmak: Onlar, vahiy ahlakını yaşayan örnek şahsiyetlerdir (Ahzab 33:21).

Beşerdirler: "De ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim" (Kehf 18:110).

Rasullere iman, onların getirdiği vahye iman etmekle olur. Peygamberleri ırksal, tarihsel veya mucizevi figürler olarak kutsallaştırmak değil; vahiy ile temsil ettikleri ilahi mesajı anlamak esas olandır.

Bu konuda Kur’an’da İbrahim ve ona uyanlar çok güzel bir örnek olarak gösterilir:

"İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Yalnızca Allah’a iman ettik. Aramızda ebedi bir düşmanlık ve nefret başladı; siz Allah’a, yalnız O’na iman edinceye kadar!'" Mümtehine 60:4

Bu ayette görüldüğü gibi, İbrahim ve ona uyanlar, rasule imanı, Allah’a imanla birleştirmiştir. İman; sadece bir peygamberi sevmek değil, onunla birlikte gelen vahyi merkeze almaktır.

Kur'an, Hz. Muhammed'in son rasul olduğunu belirtir: "Muhammed, Allah'ın elçisidir ve peygamberlerin sonuncusudur" (Ahzab 33:40).

Kur'an'a göre iman; bilgiye, şuura, sorumluluğa ve ahlaki tutarlığa dayanan bir duruştur. Allah'a, meleklere, kitaplara ve rasullere iman eden bir kimse;

 * Yetkisini yalnızca Allah'a verir,
 * Doğaya ve ruhsal yöne dair gerçekliği kabul eder,
 * Hayatını vahyin ışığında düzenler,
 * Peygamberleri vahyin sesi olarak tanır.

Bu bilinçli iman hali, Kur'an'ın şu ayetinde özetlenir:

"Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, müminler de... Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. 'O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz' dediler. Ve şöyle dediler: 'Duyduk ve itaat ettik. Rabbimiz, affını dileriz. Varış sanadır.'" Bakara 2:285

Ek Değerlendirme: “Duyduk ve İtaat Ettik” Ne Demektir?

Bakara 2:285'in sonunda geçen "İşittik ve itaat ettik" ifadesi, iman esaslarının birliğine ve bireyi tek bir mesaja çağırdığına işaret eder:

  1. Allah’a iman: Tek otorite O'dur.
  2. Meleklere iman: O'nun emirlerini uygulayan sistemsel güçlerdir.
  3. Kitaplara iman: Aynı vahiy zincirinin tutarlı mesajlarıdır.
  4. Rasullere iman: O mesajı taşıyan ışık şahsiyetlerdir.

Bu dört öğreti, insanı çoklu referanslardan (kişiler, gelenekler, mezhepler) arındırıp tek bir merkeze, Allah'ın vahyine yönlendirir. Kur'an'ın tevhid çağrısı işte bu noktada tamamlanır:

 "Bu kitap size yetmiyor mu?" (Ankebut 29:51)
"Hüküm yalnızca Allah'a aittir." (Yusuf 12:40)
"Rasule düşen sadece apaçık tebliğdir." (Nahl 16:35)

Son söz şudur:

“Duyduk ve itaat ettik” demek, Allah'tan başkasının sözünü dinlememek, O'nun vahyine boyun eğmek ve yaşamını Kur'an'a göre düzenlemek demektir.

Bu detaylı açıklama, Kur'an'ın imana bakış açısını net bir şekilde ortaya koymaktadır. İmanın sadece bir kabulden ibaret olmadığını, aksine derin bir sorumluluk ve yaşam biçimi olduğunu vurgulamaktadır. 

UYARI / HATIRLATMA


Bu metinlerde yer alan görüş, yorum ve çıkarımlar, beşerî çabanın bir ürünüdür.

Lütfen her ifadeyi Kur’an’ın bütünüyle değerlendirin; ayetlerin rehberliğinde tartın, ölçün ve doğrulayın. 

Hakikatin tek ölçüsü Allah’ın kitabıdır. Yanlış varsa bize, doğru varsa Allah’a aittir.

Diğer kategorize edilmiş yazılarımıza aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz