Bu Blogda Ara

ne kadar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ne kadar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Haziran 2025 Cumartesi

AHSABI RAKİM "sayılara takılanlar"





Ashab-ı Kehf ve Ashab-ı Rakim


Kehf Suresi Merkezli Kavramsal Bir Okuma


Kur’an-ı Kerim'de anlatılan birçok kıssa gibi, Ashab-ı Kehf kıssası da tarihsel bir olayın ötesinde, temsilî ve öğretici yönleriyle ön plana çıkar. Bu kıssa, Hz. Muhammed’e dönemin müşrikleri tarafından yöneltilen sorular çerçevesinde, özellikle Ehli Kitap tarafından spekülasyona uğratılmış bir anlatının arka planında yer alır. Allah, Kehf Suresi'nde bu olayın özünü aktararak hem geçmişten bir öğüt sunar hem de kıssalara yönelik detaycı ve şekilci yaklaşımları eleştirir.

İki Topluluk: Ashab-ı Kehf ve Ashab-ı Rakim


Kur’an’ın ifadesiyle bu anlatıda iki ayrı topluluktan söz edilir:

1. Ashab-ı Kehf: İnançları uğruna zulümden kaçarak toplumsal hayattan tümüyle tecrit olan gençlerdir. Dağlara çekilmiş, bir mağarada yaşamaya başlamışlardır. Allah onların kulaklarına perde koyarak gündelik hayattan tümüyle yalıtıldıklarını temsil eder. O kadar ki, onları gören bir kimse korkuya kapılacak kadar farklı bir duruşa sahiptirler. Sistemli bir hayat kurmuş, köpekleriyle birlikte kendilerine korunaklı bir yapı oluşturmuşlardır.


2. Ashab-ı Rakim: Sayılarla uğraşan, kıssanın özünü kaçırıp detaylara takılan topluluktur. “Üçtüler, dördüncüleri köpekleriydi” veya “Yediydiler, sekizincileri köpekleriydi” diyerek gayb üzerine tahminler yürütürler. Rakim kelimesi “rkm” kökünden gelir ve "saymak, hesap etmek, yazmak" anlamlarını taşır. Mutaffifîn Suresi’nde geçen "kitabun merkûm" ifadesiyle bağlantılıdır; her şeyin hesaplandığı bir kitap anlamındadır.



Bu iki topluluk, bize Kur’an kıssalarının nasıl anlaşılması gerektiğine dair önemli bir uyarı sunar: Bir grup özü kavramış, diğeri ise ayrıntılarda boğulmuştur.

Mağaraya Sığınma ve Sistem Dışı Bir Direniş


Gençler, zulüm gören bir toplumda özgürce iman edemedikleri için mağaraya sığınırlar. Bu, sadece bir kaçış değil; sistemden bilinçli bir kopuştur. Onlar Rabblerinden rahmet diler, kurtuluş için bir çıkış yolu isterler (Kehf 10). Allah da onları hayattan yalıtarak bir tür koruma altına alır (Kehf 11). Bu süreçte dünya ile tüm bağları kesilir; ne zaman geçtiğini bile hesap edemez hale gelirler. Güneşin doğuşu ve batışı bile onlara dokunmaz (Kehf 17), bu temsil, hayatla olan bağlarının ne denli koptuğunu anlatır.

Sonrasında tekrar “بعث / beʿs” fiiliyle hayata döndürülürler – ki bu Kur’an’da genellikle “yeniden diriltme” değil, “gönderme, görevlendirme” anlamında kullanılır. Yani bu gençler, yeniden topluma gönderilirler; fark edilince kıyamet ve Allah’ın vaadi gibi büyük hakikatler hakkında bir uyarı vesilesi olurlar (Kehf 21).

Özden Kopup Detaylara Takılmak: Ashab-ı Rakim


Kehf Suresi 22. ayet, bu kıssanın en kritik uyarısını taşır:

 “(Ashab-ı Rakim:) ‘Onlar üç kişidir; dördüncüleri köpekleridir... Yedidirler; sekizincisi köpekleridir’ derler. De ki: Onların sayısını Rabbim daha iyi bilir. Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır. Öyleyse onlarla ilgili olarak yalnızca açık bilgiye dayanan bir tartışmaya gir ve bu konuda kimseye malumat sorma.”



Bu ayet, kıssaların detaylarına boğulmanın, gayb üzerine tahmin yürütmenin ve şekilci yorumların nasıl bir sapma olduğunu ortaya koyar.

Ashab-ı Kehf'ten Alınacak Mesajlar


Kur’an, bu gençleri bize örnek olarak sunar:

Teslimiyetleri: Rablerine tam bir imanla bağlıydılar (Kehf 13).

Kıyamları: Toplumun şirk düzenine karşı açık bir tavır sergilediler (Kehf 14).

Tavizsiz Tutumları: Putlaştırılmış değerlere karşı delil istediler (Kehf 15).

Kararları: Mağaraya çekilmeyi bir direniş biçimi olarak kabul ettiler (Kehf 16).


Bu tavır, Kur’an’ın inşa etmek istediği bilinçli ve sorumlu mü’min tipolojisinin özüdür.

Ashab-ı Rakimler Bugün Aramızda mı?


Kehf kıssasından hareketle bugün de şekilcilik ve ayrıntıcılıkla uğraşan, dinin özünü kaçıran bir kesim vardır. İslam’ın asıl hedefi; adaletli bir düzen kurmak, zulme karşı direnmek, hakkı ayakta tutmak iken, bazıları hâlâ şu sorularla meşguldür:

Namaz kaç rekattır?

Zekât hangi oranla verilir?

Abdestte üç mü yıkanır, bir mi?

Tesbih 33 mü, 99 mu?

Tavaf sayısı kaçtır?

Üzerinde 19 vardı?


Bunlar, dinde şekilsel pratiklerdir; ancak asıl amaç olan adalet, rahmet ve tevhid gibi temel ilkeler ihmal edilirse, Ashab-ı Rakim’in yaptığı hataya düşülmüş olunur.

Sonuç: Kıssaların Asıl Amacı


Kur’an kıssaları; tarih bilgisi vermek ya da spekülasyon üretmek için değil, ahlaki ve zihinsel bir öğüt sunmak için anlatılır. Ashab-ı Kehf kıssası da bize şunu öğretir:

İnanç uğruna sistemden kopmak gerektiğinde, sabırla ve Allah’a güvenerek yeni bir yol açılır. Ancak bu kıssalardan öğüt alacak olanlar, şekilcilikten uzaklaşıp, özün peşine düşenlerdir.




---

UYARI / HATIRLATMA


Bu metinlerde yer alan görüş, yorum ve çıkarımlar, beşerî çabanın bir ürünüdür.

Lütfen her ifadeyi Kur’an’ın bütünüyle değerlendirin; ayetlerin rehberliğinde tartın, ölçün ve doğrulayın. 

Hakikatin tek ölçüsü Allah’ın kitabıdır. Yanlış varsa bize, doğru varsa Allah’a aittir.

Diğer kategorize edilmiş yazılarımıza aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz




21 Haziran 2012 Perşembe

İslam algımız ne olmalı ? ☪️

☪️ İslam algımız ne olmalı ?


Bizi Müslüman kılan ve müslüman olmadığını düşündüğümüz insanlardan ayıran temel özelliklerimiz nelerdir? Bu temel özelliklerimiz, şekilsel, fikirsel, eylemsel nitelikli olanlardan hangisini veya hangilerini içeriyor? Bizi müslüman kılan bu davranış ve anlayışlarımızın, İslam olduğuna dair, algımızın kaynağı nedir?
Kaçımız, kendimize, inancımızın kaynağı ile ilgili sorular soruyoruz? Ve bu sorularımızı neye, nereye, kime soruyoruz? Refarans kaynağımızın konumu ve niteliği ne? 
Nerede ve nasıl bir konumda olduğumuzu görmek açısından bu sorular çok önemli. Ancak üzülerek söylemek gerekir ki, şu kadar milyar Müslüman içerisinde bu tür sorular soranların çok çok az olduğu gerçeği bir tarafa, bizde genel anlamda bir soru sorma ve sorgulama zaafiyeti söz konusu olduğu, bizim acı bir gerçeğimiz. Hatta bunun da ötesinde genel bir soru sorma ve sorgulamadan rahatsız olma ve böyle bir eylemi hoş görmeme tavrı var ki, bu daha da vahim bir durum. Üstelik bu görüntü geleneğimizde ve halihazır halimizde egemen ve başat bir tavır. Öyle ki, bu tavrın ideolojik ve siyasi kodları İslamın ilk yüzyıllarına kadar gidiyor.
İşte bu gerçeklik ve tarihi arkaplandan dolayı, yazımızın başındaki soru daha bir anlam  ve önem kazanmaktadır? Soruyu ve kime, neye sorulduğunu önemsemekle birlikte bu gelenek içerisinde soru soruyor hale gelebilmiş olmayı bile önemli bir aşama olarak görmek isterdim. Maalesef bugün için böyle bir aşamada olduğumuzu söyleyebilecek konumda değiliz. Ancak sadece geçmişe oranla göreceli bir gelişimden sözedebiliriz. Bu yazıyı okuyor olmanız bile bu mütevazi gelişimin delili sayılabilir veya kendimizi nasıl kandırdığımızın bir göstergesi.
"Bilmediğin şeyin ardına düşme; çünkü, işitme duyusu, görme duyusu ve kalp, bunların hepsi bundan sorguya çekilecektir!" (17/36) diyen bir kitabın kaynaklık ettiği dine bağlı olduğumuzu iddia etmemize rağmen, bu durumda olmamız, yani, bulunduğumuz konumla ilgili herhangi bir sorgulama ve doğrulama gereği duymamış ve duymuyor olmamız, konunun en trajikomik yanı olsa gerektir. Bu durum aynı zamanda inancımızın kaynağı ile olan yakınlığımızın hangi boyutta olduğunun da önemli bir göstergesi sayılabilir.

Soru soramıyor olmak, aynaya bakamıyor olmak gibi bir şey...  Nasıl ki, aynaya bakmayan/bakamayan birisi, kendi görüntüsü hakkında sağlıklı bir fikir sahibi olamazsa, bir sanıdan ibaret olan, kendisinin "yakışıklı veya güzel olduğu" fikrinin gerçekte bir kiymeti harbiyesi yok ve sosyal hayatta bir karşılığı bulunmuyorsa, bir noktadan sonra istese de kendisini kandıramıyor ve ister istemez başkalarının kanatine razı olmak zorunda kalıyorsa, sorgulaması yapılmamış, aynada bir yansımasını göremediğimiz, algı ve inançlarımız için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Aslında bu halimizle, sadece kendimizi kandırmanın ve kof bir böbürlenmenin ötesinde bir şey yapmış olmayız. Gzümüzü kapasak, kulaklarımızı tıkasak, aklımızı tamamen devredışı bıraksak da başkaları bize bizi tanıtmaya devam eder. Kabul etmesek de biz de, onların bizi tanımlamalarıyla kendimizi tanımlarız. Bu tanımlar, düşünce ve eylem olarak bir şekilde ortaya çıkar. Bugün yaşananlar bundan farklı bir şey mi?
Neye, nasıl, ne şekilde, ne kadar inandığımızın bir anlamı ve karşılığı olabilmesi için "inandığımız" dediğimiz şey hakkında bazı sorular sorabilmemiz, algı ve anlayışımızı kendi imkanlarımız ölçüsünde bir gerçeklik ve doğruluk testine tabi tutmamız gerekir. Bulunduğumuz noktadan, sorgusuz sualsiz bir şekilde emin olmak bir istiğna ve kendini yeterli görme hali olduğu gibi bu tavır büyük bir cehaletin ve bilgisizliğin de göstergesi sayılır.
Sorular, yeni soruları ortaya çıkardıkça soruların kıymeti artar. Çünkü her soru beraberinde en az bir cevabı gerekli kılar. O soruya bir cevap veriyor olmak yeni bir sorunun da kapısını açar. Normal şartlarda her soru için meşhur: "kim", "ne" "nerede", "nasıl". "niçin/neden" "ne zaman" soruları sorulsa, hem soruların hem de bu sorulara verilen cevapların sayısı artar ve bu sayede sorgulanan şeyin daha net bir şekilde ortaya konduğu görülür. Bu nedenle ilk soru önemli olmakla birlikte, bu sorunun arkası gelmezse, bu soru, son soru olma dışında fazla bir anlam ifade etmez.
İlk sorunun, son soru olması şuna benzer: Kişi, kendi kendine veya birisi kendisine "inandığın şey ne kadar doğru?" diye bir soru sorsa ve o da, bu soruyu; "Benim içinde bulunduğum yapı, grup, cemaat, part vs çok sağlam, çok dürüst, çok vefalı bir grup. Liderimiz de öyle. Aynı zaman da o, çok alim birisi. Bu nedenle burada bir yanlış olmaz." diye  cevap verse ve bu cevapla yetinse, başka bir soruya imkan tanınmasa işte bu, bir son soru örneği olur. Aynı zamanda bu toplumsal istiğnanının da ilginç bir örneği sayılır.
Muarızlarına, "getirebiliyorsanız, daha iyisini getirin!" diyebilen ve sorgulanmaktan rahatsız olmayan, aksine meydan okuyan bir metnin bağlıları olarak bizlerin, inancımız hakkında soru sormaktan korkar halde bulunmamız veya soruları gereksiz görmemiz neyle ve nasıl izah edilebilir?
Dikkat ettiyseniz henüz inanç ve algılarımızın kaynağı nedir, böyle olduğunu nerden biliyorsunuz, bunun böyle olduğunu, kimden, nasıl ve ne şekilde çek/teyit ettiniz? gibi sorulara gelmedik.
Evet, İslam algımız ne kadar islami? .