21 Haziran 2012 Perşembe

ÜMMETE ÖZELEŞTİRİ


Kendimize zulmediyoruz. Bu zulüm çok zaman sağanak halini alıyor. Sanki, kendimizin en büyük düşmanı yine biziz. Hep yeriyoruz kendimizi. Hep suçluyoruz. Hep alçaltıyoruz. Yaptığımız hiçbir şeyi beğenmiyoruz. Yaptığımız şeyleri öncelikle kendimiz yıkıyoruz bir bir. Tek başımıza kalsak da, başkalarının yanında olsak da “en kötüyüz” biz. “Beceriksiziz”, üstelik “sünepeyiz”, dolayısıyla “adam olmayız” biz. Sadece ülkemizde değil Müslümanların yaşadığı bütün coğrafyalarda manzara bu. Başka düşmana gerek yok, çünkü biz kendimizin düşmanı gibiyiz.

Evet, kendimizin ve çevremizin düşmanı gibiyiz. Kendi kuyumuzu kendimiz kazıyoruz.Ya aşırı bir vurdumduymazlık içerisindeyiz; dolayısıyla dünya yıkılsa umurumuzda olmuyor.Sanki biz o coğrafyalara ait değiliz, bedenimiz bu topraklarda olsa da başka topraklara aitmişiz gibi davranıyoruz da bu toprakların düşmanı oluyoruz. Ya da aşırı bir kötümserlik, bezginlik ve ümitsizlik içinde hergün binlerce kez ölüyoruz. Küçük bir sarsıntı bizi helak ediyor. Ortamız yok.

 Bir türlü vasat/orta bir birey ve toplum olamıyoruz. Özellikle de sorumluluk noktasında bir adım önde olduğunu var saydığımız kişiler, müthiş bir karamsarlık ve ümitsizlik içindeler. Onlara göre her şey bitti bitecek… Bu "arabesk" ağız, bu "arabesk" tavır ve bu "arabesk" düşünüş bizi, kendimize daha bir düşman ediyor. Kendimizle barışık değiliz. Hele dost hiç değiliz... Hep, kara değil kapkara tablolar çiziyoruz. Bir süre sonra o kapkara tablolar da yetmez oluyor. Daha kara tablolar istiyoruz. Kısacası kendimizle dost değiliz. Yaptığımız şeylerin olumlu yanlarını, verimli yanlarını görmüyoruz veya görmezlikten geliyoruz. Sürekli olarak kendimizi lanetliyoruz. Sürekli "aaahh kahrolasıca insan" diyoruz.

Bu "kahrolasıca insan" deyiminin Kur’an’da genelikle kâfirler için kullanıldığını da biliyoruz aslında. Üstelik çeşitli sohbetlerimizde bu deyimin Kur'ân'da kâfir ve müşrikleri tehdit için kullanıldığını da söylüyoruz. Yine de "nankör insan" diyoruz. Kendimizi de soyutlamadan söylüyoruz bunu. Dolayısıyla hep alçalttığımızdan kendimizi, güvenimiz olmadığından kendimize ve de beğenmediğimizden hiçbir şeyimizi, daha bir küçülüyoruz. Öyle bir küçülüyoruz ki farketmez oluyor kimse bizi. Veyahut aldırmaz oluyor. Bu ise bizi bize, kendimizi kendimize daha bir düşman ediyor. “Bak kimse bizi adam yerine koymuyor” diyoruz. Dünyadan soyutlandığımızın farkında değiliz.Böylece hayatı ve dünyayı kendimize daha bir yaşanılmaz kılıyoruz. Bunun sonucu olarak kendimiz dahil tüm dünyayı daha bir iğrenç, daha bir çirkef görmeye başlıyoruz. Sonunda yaşamanın anlamsızlığına dair sorular yığılmaya başlıyor beynimize.

Bu sorular zaman zaman hayatın anlamsızlığına dair tuhaf teorilere dönüşüyor. Bir bakıyorsunuz bu teoriler yaşadığınız gerçekleriniz oluvermiş. Hayat dediğiniz şey avuçlarınız arasından kayıp gitmiş. Bütün renkler ve farklılıkların oluşturduğu güzellikler buharlaşıvermiş hayatımızdan. Bir noktadan sonra örneğin dostluk gibi, değerli birçok şeyin kelime dağarcığımızdan silinip gittiğinin farkına bile varamıyoruz. En sonunda boş bir çuval gibi kendimizi yere yığılıvermiş görüyoruz. Ve böylece umutsuzluk, umutsuzluk üstüne yığılırken eriyip gidiyoruz. İsyana bile zaman bulamıyoruz. Ve üstelik kendimizle dost olmak şöyle dursun barışmadan gidiyoruz. Oysa gerçek böyle değil. Biz kendimizin ve çevremizin düşmanı değiliz. Belki eksiğiz, belki belli konularda yetersiziz, belki zaman zaman, hatta çok zaman yanlış işler de yapıyoruz. Belki zayıfız, günahlarımız çok fazla. Ama biz, bir hiç değiliz.

Gerçeği kabullenme, tevbe etme imkanımız her zaman kapımızda bizi bekliyor. Biz gerçek bir varlığız. Bu nedenle hangi durumda olursak olalım; yeniden başlama imkanımız her zaman mevcut. Yeniden başlamak için, “başlıyorum” demek yeterli. Yeni hayatımıza hemen başlayabiliriz. Bunun için birincil işimiz kendimizle dost olmak, kendimizi anlayabilmek, tanıyabilmek, tanımlayabilmek, isteklerimizi kavrayabilmek, sorgulayabilmektir. Kendimizi tanımak, kendimizle dost olmak bize dünyayı tanıtacaktır. Eşyayı tanıtacaktır. Evreni tanıtacaktır. Çünkü eşya bizim için, dünya bizim içindir. Çünkü bir öte dünya beklentimiz varsa, bu öte dünya beklentisinin nasıl şekilleneceğini kendimizle ve şu an yaşadığımız dünya ile olan ilişki biçimimiz belirleyecektir. Evet, dünya tozpembe değil. Her yanında bülbüller şakıyıp güller açmıyor. Dünya on sene önceki, yüz sene önceki, bin sene önceki, onbin sene önceki dünyadır. Yani dünya hep ayın dünyadır. Yine açlar ve toklar var. Yine zalimler ve mazlumlar var.

Yine müstekbirler ve onlara karşı mücadele verenler var. Ve kendine zulmedenler, kendilerini aşağılayanlar var. Evet dünya aynı dünyadır. Öncekiler gibi biz de hayatın acımasızlığını her an içimizde hissediyoruz. Dünyadaki zulmün boyutunu anlayabilmek, başarısızlığımızı görebilmek için ille de kendimizle düşman olmak, ağıtlar, mersiyeler yakmak, yaptığımız şeyleri yıkmak, tüm doğrularımızı karalamak gerekmiyor. Oysa bu çığlıklar, bu suçlamalar, hatta iftiralar, başta kendimizden, ve sorumluluklarımızdan, sonra da hayattan kaçışın açık bir göstergesidir. Veya kişinin kendini tatmin etmesi, rahatlaması için sığındığı kumdan şatodur belki de. İnsan, hele bir Müslüman, her zaman başarısız değildir. İşe yaramaz değildir. Kendini işe yaramaz bir paçavra gibi göremez. Böyle görürse kendini alçalttıkça alçaltmış olur. Kendine ve dünyaya daha bir düşman olur. Oysa insan başarılı yönlerini gördüğünde heyecanlanır ve onu geliştirmek ister. Üstelik kişi kendisiyle dost olduğunda ancak yanlışlarını görebilir. Yanlışlarıyla doğrularını karşılaştırabilir, kendini tartabilir. Böylece kendinden başlayarak dünyayı değiştirme mücadelesine daha bir hız verir.

Kişinin kendisiyle dost olması, yaptığı şeylerin önemini takdir etmesi, yani yaptıklarının ne anlama geldiğini bilerek yapması, sürekli isyan şarkıları söylememesi, sık sık acizliğinden, yetersizliğinden, zavallılığından, alçaklığından dem vurmaması onu uzlaşmacı ve işbirlikçi yapmaz. Onu işbirlikçi yapmadığı gibi, yapmak istediği mücadelesinden de alıkoymaz. Üstelik bu tavır onu tepkiselliğin alanı dışına çıkaracağından, dünyada olanları daha net olarak görmesini sağlar. Zalimin, mazlumun, uzlaşmacı ve işbirlikçinin kimliği daha net olarak ortaya çıkar. Eğer dünümüzdeki ve bugünümüzdeki bulunduğumuz konumdan şikayetçiysek bunun birincil nedeni kendimize düşman olmamızdır. Kendimize aşırı güvensizliğimiz ve ümitsizliğimizdir. Kendisinin düşmanı olan, kendisine nasıl güvenir ki.... Bu durum aynı zamanda Müslüman olduğumuzu söylemekle birlikte Allah’tan ümit kestiğimizin de açık bir göstergesidir. İnsanoğlunun kendisinden ümit kesmesi demek Allah’tan ümit kesmesi demektir çünkü. Oysa mü’minler Allahtan ümit kesmezler. Çünkü, “Allah’tan, ancak inkarcılar ümit keser.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder