21 Haziran 2012 Perşembe

KORKU HALİ VE TOPLUM


Yaşadığımız olaylar bize en çok kendimizden ve kendi hemcinslerimizden korktuğumuzu ve korkmamız gerektiğini, en çok onları sevip, en çok onlardan nefret ettiğimizi ortaya koyuyor. İnsan insanın kurdu. Durmadan ya kendisini ya karşısındakini kemirip duruyor.

İnsanoğlu tarihin her döneminde doğa ve metafizik düşüncelerden kaynaklanan korkuları yenmiş, onları aşmış ama kendisinden ve kendi cinsinden kaynaklanan korkular karşısında genellikle aciz kalmış ve bu korkular çok zaman onu esir almış görünmektedir. O, zaman zaman bu korkulara karşı bir savaş başlatsa, hatta kısa süreli zaferler kazansa da bu korku, yüreğindeki saltanatını sürdürmeye devam ede gelmiştir.

Bu korkunun bu kadar canlı, etkin ve baskın olmasının pek çok nedeni olabilir; kendi donanımsızlığımızı, sahip olduklarımızı ve erk sahiplerinin konumunu bu korkunun başlıca nedenleri olarak sayabiliriz. Bu korkudan başka besin kaynağı olmayan erk sahiplerinin her gün yeni bir korku üretiyor olmasını anlamak çok zor değil. Çünkü egemenliğini haksızlık ve zulm üzerine kurmuş olduğu için korkuyu bir yönetim modeli olarak uygulaya gelmesi zaten onun varlık nedeni. Yönettikleri yığınlar üzerindeki korku sopasını bıraktıkları anda yığınlar üzerinde bir yaptırımlarının kalmayacağını iyi biliyorlar. Bu nedenle onları hergün yeni bir korku oyunu ile korkutmaya/oyalamaya devam ediyorlar.

Korku sonuna kadar kullanılınca, bir noktadan sonra korku korku olmaktan çıkıyor. Yani korku zirveye çıktığı zaman hem egemenler hem de mazlumlar korkunun bittiğini görüyorlar. Bu sefer korku yalama olmaya başlıyor. Korku korkutmamaya başlıyor. Uygulana gelen bu korku bir bumeranga dönüşüyor ve korkutanı korkutmaya başlıyor. Korku, korku üretenlerin ellerinde ellerinde patlıyor. Artık kendileri için korku üretmeye başlıyorlar.

Korkunun hikayesi insanoğlunun hikayesi/tarihi kadar eski. Adem’in cennet gibi bir yerden çıkarılışı ile böyle bir potansiyeli olduğunu fark eden insanoğlu, Ademin iki oğlundan birinin öldürmesiyle birlikte bu korku olgusunu içinde net bir şekilde hissetmeye başlıyor. Farkına vardığı bu his hep çoğalarak ve yayılarak bugünlere kadar devam edegeldi. Teknolojinin egemenliğindeki günümüz dünyasında ise insanların kokudan kaçıp sığınacakları bütün kaleler egemenler tarafından bir bir zapt edildi. Zapt edilen kalelerin başında da kalpler geliyor. Böylece kalpleri dahil bütün sığınakları ellerinden alınanlar çok zaman sanal olarak üretilen korkularıyla baş başa kaldılar. Korkuların en ağırının en aşılmazının bu sanal korkular olduğunu söylemek durumundayım. İnsaoğlunun maddi, nesnel veya psikolojik kaynaklı korkuları bir şekilde insanoğlunun kendisini keşfederek onu alt edebiliyor. Olmayan bir şey nasıl alt edilecek? Bugün kafası çalışan egemen güçler (Batı demokrasilerinde olduğu gibi)  daha çok toplumlarını asmadan, kesmeden bu tür korkularla yönetiyorlar.

Bunun için bu tür korkuların mucidi olan egemenler, toplumlarına korkularıyla mutlu olmalarını tavsiye/emr ediyorlar. Bu emirlerinin bir şekilde yerine getirileceğinden de eminler. Çünkü onlar toplumların yüreğine ektikleri korku tohumlarının, günlük hayatta zulüm, kıtlık, cehalet ve esaret olarak boy vereceğini, bunların da toplumların kimlik ve kişiliklerini ortadan kaldıracağını, toplumsal bilinçlerini buharlaştıracağını biliyorlar. Böylece onları diledikleri gibi yönetebilecekleri. Maalesef bu senaryo hep uygulana gelmiş. Bugün de yaygın olarak farklı sürümleriyle kullanımda. Şuan –doğru veya yanlış- tanrı korkusunu bile aşan insanoğlu bu korkuyla cebelleşip duruyor.

İnsanoğlunun bu insani korkusu, bazı insanların (halkın) hayatını zora sokarken birilerinin hayatını da oldukça kolaylaştırmaktadır. En azından görüntü böyledir. Bu korku halk üzerindeki baskıyı arttırırken birilerinin (bu birileri elbette toplumun korkmasından yararı olanlardır.) yaşam düzeyini yükseltmekte, onlara saltanatlarının devamı için kan ve vitamin işlevi görmektedir. Halk, kendi korkusunun kurbanı olurken saltanat sahipleri de korku salmanın meyvelerini devşirmeye devam etmektedirler. Böylece korku üzerine kurulu düzenlerini en ucuz maliyetle sürdürmenin yolunu da bulmuş oluyorlar.

Korku üreten sistemlerin temelinde tüm imkan ve zenginliklerin belli ellerde/ailelerde toplanması ve halkla paylaşılmaması yatıyor. Ancak egemenlerin bu her şeye sahip olma hırsı sahip olduklarının ellerinde çıkma kokusunu da beraberinde getiriyor. Bu korku sahip olduklarını doğal yollardan bir hak olarak elde etmediklerinin de en önemli göstergesidir. Diliyle, “elimdeki güç, sahip olduğum imkanlar benim hakkım.” dese de o da biliyorki bu söylediklerinin bir gerçeklik payı olmadığı gibi bir kıymeti harbiyesi de yok. O sadece mezarlıktan geçerken ıslık çalıyor.

Korku salmanın yani insanoğlunu yine insanoğlu ile korkutmanın bazı dönemlerde daha yoğunlaştığına şahit oluyoruz. Bazı sulta sahipleri korku üretme işine fazla sarılmazlar. Belki de gerek görmezler. Bir ölçüde kendilerine güvenirler. “Teba”larıyla “sıcak”, “doğal” bir ilişkileri vardır. Onları “mutlu” ve “mesut” yaşattıklarını düşünürler. Genellikle tebası da bu kanaattedir. Bu nedenle kendilerini tartışmasız ve istenilen bir otorite olarak görüldüklerine inandıkları için güçlerini pekiştirmek veya devam ettirmek için herhangi bir arayış içerisinde olmazlar. İmparatorluk dönemlerinin bazı hanedanlıklarını ve bazı günümüz demokrasilerini buna örnek verebiliriz.

Bazı sulta sahipleri ise ancak korku üretip her yana korku saldıklarında ancak egemen olabileceklerini sanırlar. Yönettiklerini “öteki” olarak kabul ederler. Güçlü ve her şeye hükmetmekte olduklarını, her şeyin kontrolleri altında bulundurduklarını karşısındakilere onları sindirerek göstermek isterler. Böyle yapmadıklarında toplumun onları güçlü kabul etmeyeceklerini sanırlar. Çünkü sahip oldukları imkanları gayrimeşru bir şekilde elde ettikleri için toplumsal bir tabanı olmadığını bilirler. Bundan dolayı daima bir korku içinde olurlar. Bunun içinde korkularını yenmek için daha çok korku üretirler. Karşısındakileri, kendisinden daha yoğun bir korku içinde yaşarlarsa, egemenliklerinin süreceğini düşünürler. Bu nedenle biraz daha sefa sürebilmek veya hükümranlıklarını biraz daha uzatabilmek için korku üretmeyi son çare olarak görmektedirler. Gece karanlığında yolculuk yapan birinin yolculuğunu kazasız belasız bitirebilmek için bağıra çağıra şarkı söylemesi gibi bir haleti ruhiye içinde korkularının hafifleyeceğine, saltanatının süresinin uzayacağına, kendilerini inandırmak isterler. Bilirler ki yaptıklarının işe yarıyor olduğuna öncelikle kendileri inanmasalar veya inanıyor görünmeseler ürettikleri korkular, karşısındakilerden çok kendilerini esir alacaktır.
Oysa tarihî  olaylar da ortaya koymuştur ki “korkunun ecele faydası yoktur”. Sanıldığı gibi korku üreterek insanları sindirmek belki çürümeyi ve çöküşü bir miktar geciktirmektedir ama engellememektedir. Korku tarafından esir alınmış toplumların bu korkularla yüzleşmeleri ve bu korku imparatorluklarının çöküşü mukadderdir ancak o toplumun yerine yeni bir yapı oluşturmak öyle kolay değildir. Korku toplumu üzerine yeni korkusuz bir yapı oluşturmak, her şeyden önce sadece korkunun yenilmesine değil korkunun ciddi bir analizi yapılarak, korku üreten, üretme ihtimali olan mekanizma ve anlayışların ortadan kaldırılmasına da bağlıdır. Her şeyden önce korkuyu yenen insanların algı ve anlayışlarının, yeni korku düzenleri inşa edecek kodları da yok etmiş olmaları ve zihinlerinin öteki üretmekten arınmış olması gerekir.

Bu düşünce ve algılar, özlerinde var olan yanlış anlayışları düzeltmedikleri, korkuyu olması gerektiği yere oturtamadıkları sürece korkunun egemenliğinden çıkmaları mümkün olmaz. Korkunun egemenliğindeki herhangi bir siyasi yapıdan kurtulmuş olsalar ipler/yönetim bu düşüncedeki insanların eline geçmiş olsa bile oluşturacakları yeni yapı başka bir korku imparatorluğu kurmanın dışında bir işe yaramaz.

Kişinin korkuya teslim olmasıyla şeytana teslim olması  arasında veya kişinin şeytanlaşması arasında doğrudan bir bağ vardır. Şeytanın iğvasına kapılmayan, onu yüreğinin gizliliklerinden çıkaran birinin, ne kadar uğraşılsa da yüreğinde korku yeşermez. Şeytanın kovulduğu yürekte korkuya yer olmaz. Çünkü o her şeyden önce korkuyu bir korku olarak değil, bir saygı, bir sınır, bir önsezi/uyanıklık olarak ele almaktadır ve o duygu kendi bünyesi içerisinde önemli görevler ifa etmektedir.

Oysa korku bir korku olarak ele alındığında zayıflığın, acziyetin, kendine güvensizliğin göstergesi olarak karşımıza çıkar. Kendine güvensizlik önce zihinde başlar. Korkunun kendisine zihinde yer bulabilmesi için kişinin inandıklarında bir zaafın söz konusu olması gerekir. Kişinin yanlış da olsa kendine özgü ancak samimi olarak inandığı bir anlayışı, bir inancı yoksa ve o inanca bütün benliğiyle katılmıyorsa, yüreğindeki korkuyu yenmesi veya yüreğine yeni yeni korkuların kök salmasını önlemesi mümkün değildir. Kişinin korkuyu yenebilmesi için her şeyiyle kendisi olması gerekir. Kendisi olamayan birisinin, elbette kendisine ait bir mekân olan yüreğini de koruması mümkün değildir. Fakir, güçsüz, hatta bilgisiz olsa da, ancak kendine üzgü bir anlayışı ve inancı olan, bu inanç ve anlayışını bütün benliğiyle koruyan/bütünleştiren/içselleştiren birisinin, yüreğine hiçbir gücün korku salması mümkün olmaz. Tarih buna şahitlik etmektedir. Bu zayıf ve güçsüz, ancak, kendisine güvenen insanların zaman içerisinde çok güçlü yapıların oluşmasına öncülük ettiği bilinmektedir.

Elbette korkunun toplumsal ve siyasal yansımalarının yanında bireysel yansımaları da vardır.

Kişi sevdiğini kaybetmekten korkar.

Makamını yani bulunduğu statüyü kaybetmekten korkar.

Aç kalmaktan, bir bela ile karşı karşıya kalmaktan ve özellikle de ölmekten korkar.

Ancak korkmak korkunun telafi edilmesi veya o korkuların başa gelmemesi için hiçbir katkı sağlamamakta tam aksine korkunun içimizde şizofren bir hal alıp korktuğumuzun başımıza gelmesinde önemli bir etkisi de olmaktadır. İnsanoğlunun bu konumunu iyi bilen Rabbimiz kullarını uyarmakta ve “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyler yapmayı emreder”(2/268) demektedir.

Aynı  şekilde tarihe yön veren onu şekillendiren toplumlar da korkuyu yenmiş toplumlardır. O toplumların fertleri korku ile değil, kendine güven ile beslenmişlerdir. Kendine güven bir toplumun gıdası olmaya devam ettiği sürece o toplumda korkunun egemen olması mümkün olmayacaktır. Güvenden rahatsızlık duyan akbabalar her zaman olacaktır.  Topluma korku salmak için çok çaba sarf edeceklerdir. Özellikle de insanları insanlarla korkutacaklardır ama kendini özgüven içinde gören ve kendisi olan bir toplumda bunların ayak oyunları her zaman geri tepecektir.

Bir toplumun korkuyu yenmesinin o toplumun maddi açıdan güçlü veya zayıf olmasıyla doğrudan bir ilgisi yoktur. Teknolojik ve askeri güç yönünden çok yetersiz olan birçok toplum sadece korkuyu yendiği için ayakta kalabilmektedir. Bütün teknolojik ve askeri gücüne rağmen korkunun pençesine düşmüş güçlü kabul edilen birçok toplum, tarihin çöplüğündeki yerini almıştır. Nice zayıf görünen topluluklar da öz güvenleri sayesinde kendilerinden kat ve kat güçlü toplulukları yenebilmişlerdir.

Korkuyu yenmenin, onu esir almanın belki birçok yolu vardır ama korkuyu yenmenin en kolay yolu her şeyin yaratıcısı ve sahibi olan Allah’a tevekkül etmek O’na sığınmaktır. Bütün güçlerin Onun gücü karşısında hiçbir anlam ifade etmeyeceğine inanıp O’na teslim olmaktır. “insanlar size karşı bir araya gelmiş, onlardan korkmalısınız” dediklerinde, bu onların imanını artırdı da şöyle-söylediler: “Allah bize yeter. Ne güzel Vekil’ dir O. “(3/173).

Allah bize yeter.” ifadesinin sosyal hayattaki karşılığının ne olduğunu bir başka yazıya bırakarak şunu söyleyebiliriz: Zalimlerin gücünün, Allah’ın/hakkın/haklı olmanın/adaletin gücü yanında bir şey ifade etmediğini, Allah’ın kendilerine yettiğini kabul ettikleri anda korku düzenlerinin buharlaşmaya başladığını göreceklerini söyleyebiliriz.

Sorun bu kabulün nasıl ve hangi Allah ile gerçekleşeceğidir. Sonuçta her toplumun Allah olarak gördüğü bir Tanrısı vardır. Ancak her Tanrı korku ile savaşmaz, bazı Tanrılar yalnızca korku ile beslenir. Kendileri korkunun kaynağı olurlar. Acaba bizim tanrımız hangisi?

Mehmet Yaşar Soyalan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder