23 Ocak 2013 Çarşamba

KONU BAŞLIKLARI




Allahı Tek Anmak
Asa ile denizin yarılması
ASHAB-I KEHF VE ASHAB-I RAKİM
Aslolan BUGÜNÜ YAŞAMAK

BEYNİ ÖLÜ GENÇLİK
Bir Hakikat Var AHLAK
BİREYCİLİK ve TOPLUM
BUHARİ HADİS KİTABI (tenkit)
Dikkat! Kaybediyoruz
DİN ORGANİZE SANAYİSİ
Dinci ve Dinsiz Yobazlık
DİNDE AYRIŞMA
DİNDE HADİS SORUNU
DİNDE KURUMSALLAŞMA
DİNİNİN KOLAYLIĞI
Ehli sünnet UYDURMASI nedir ?
Farkında mısın ?
Gelenek Dininden Kurtulmak
Habibullah demek ŞİRKTİR
HADİS KALBURCULARI
HADİS VE SAMİRİ ZİHNİYET
Hayatta Önceliklerimiz
Herkesin dini kendince
İçiniz Rahat Olmasın!
İLL / -EL Kültürü ve Şirk
İnsanoğlunun Değer Kavramlar
İslam algımız ne olmalı
İSLAMIN NİHAİ HEDEFİ
KIRAAT, TİLAVET, TERTİL
KONU BAŞLIKLARI
KORKU HALİ VE TOPLUM
Kur’an yetmez diyen İFTİRACILAR!
KURABDA MELEK KAVRAMI
Kuran için Algı Sorunu
Kuran ile nasıl bir ilişki içindeyiz?
KURANA BEYAN NEDİR?
KURANA EŞLER KOŞMAK
KURANA GÖRE HAMD
KURANA GÖRE Kıyam-Rüku-Secde-İtikaf-Tavaf
KURANA GÖRE SALAT
Kurana göre Sevgi ile Aşk
KURANA GÖRE ŞEFAAT
KURANA GÖRE ZEKAT
KURANA GÖRE ZİKİR
KURANA GÖRE; Tekbir
KURANA HADİS VE SÜNNET
KURANDA NAMAZ VAKİTLERİ
Kuranda Rasulün Görevi
KURANI KURANDAN DİNLE
KURANIN FARKLI ÜSLÜPLARI
Kuranın İnsanğa Mesajı
Küresel Sermaye Tekniği
MELEKLER VE İNSAN’IN YARATILIŞI
MİSAK ; İşittik ve İtaat ettik
MİSALLİ ANLATIM ÖZELLİĞİ İLE KURAN
NAZAR DİYE BİRŞEY YOKTUR
ORUCUNUZUN FİDYESİNİ VERİN
Peygamber Rüyaları
Put nedir?
RESULE UYMAK
Ruhaniyete Bürünme
SALATIN MANTIĞI
Samirinin Buzağısı ve Kapitalizm
SEKİZİNCİ GÜN (ahiret)
ŞANLI ATALAR DİNİN MASALLARI
ŞEYTANİ TELKİNLER TARİKATLARI
ÜMMETE ÖZELEŞTİRİ
YARATILMIŞLARIN TESBİHİ
YASAK MEYVE

16 Ocak 2013 Çarşamba

İTİRAZ


KONU BAŞLIKLARI




 Müslümanlar Manifestosu


İTİRAZ

İnsanlık hüsrandadır. Dünya uçuruma yuvarlanmaktadır.

Antik çağların verimlilik, başarı ve altın tanrısı Mamon, mekkede ki isimlendirilmesi ile Kuranın dikkat çektiği  üçüncüsü menat, modern zamanların tanrısı olarak geri döndü.

Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarın totemi para, tabusu mülkiyet oldu. İnsanlık alemi tefeci bankerlerin eline düştü.

Ülkelere borç verip halkların faizle kanını emmektedirler. “İktisat bilimi” dedikleri bundan başka bir şey değildir.

Haysiyet, şeref, onur, aşk her şey para ile alınır satılır hale geldi. Toprak, hava, su, ateş, rüzgar, yağmur, ekin, doğa her şey Kapitalist oburların kâr hırsına meta yapıldı.

Her gün 1 milyar insan aç sabahlıyor.

Afrika kıtasının açlık sorununu gidermek için 40 milyar dolar yeterken, sadece bir kapitalist 72 milyar dolar servetle yaşıyor.

İki tefeci bankerin 99 koyunu varken, geri kalan tüm insanlığa bir koyun düşüyor. Onu dahi almak istiyorlar. ( Davut Kısasına bakınız.)

Yeryüzünde kan döküp fesat çıkarıyorlar. Ekini ve nesli talan ediyorlar. Savaş planları yapıp ülkeleri işgal ederek kendilerine yeni pazarlar açmak istiyorlar. Allah’ın tüm insanlar eşitçe paylaşsın diye yarattığı yeryüzü nimetlerine, doğal kaynaklarına, rızık ve rızık kaynaklarına iştahla, hırsla, kibirle, hasetle saldırıyorlar. İnsanlık tümüyle onlara köle olana kadar da bu hırslarından vazgeçmeyecekler.

Kapitalizm Allah’ın düşmanıdır. İnsanlığın, doğanın, yoksulun, açın, mahrumun düşmanıdır. Bu düşmanlık onun varlık nedenidir.

Bizler çağın kalbini arıyoruz.

Cenneti istiyoruz; sınırsız, sınıfsız bir adalet ve barış yurdu (darusselam) istiyoruz.

Allah’ın herkese yetecek mülkü olan dünyasında, Allah’ın kullarının mülkiyet savaşları ile aç ve açıkta kalmamasını, maddi ve manevi temel ihtiyaçlarının susuzluğunu çekmemesini ve güneşin sıcağında yanmamasını istiyoruz.

Varolan duruma yürekli bir protesto, kalpsiz dünyaya kalp, ruhsuz koşullara ruh gerek.

Mazlumun içli çığlığı gür bir sedaya, insanlık vicdanı yeni bir dile muhtaçtır.

KİMLİK

“Müslüman”, bütün zamanlarda ve mekanlarda ezeli ve ebedi evrensel adımızdır. Yerlerde ve göklerde bütün mülkün Allah’a ait olduğu gerçeğini teslim edenler, bundan razı olanlar, bu nedenle de doğal düzendeki barış halini bozmayanlar, doğal barış halini sürdürmek ve yaşatmak isteyenler demektir.

Kapitalizme karşı oluşumuz ise tarihsel bir vurgudur. Çünkü çağımıza egemen olan sistemin adıdır Kapitalizm. Her peygamberî mesaj kendi zamanının egemen sistemine karşı durmuştur. Bunun için“Antikapitalist” vurgusu yapıyoruz.

Antikapitalist her çıkış ve söylemi dini inancının veya inançsızlığının, ırkının, dilinin, renginin, ideolojisinin ne olduğuna bakmaksızın doğal müttefikimiz olarak görüyoruz. Onlarla aynı platform ve mücadele ortamlarını paylaşmak istiyoruz.

Müslümanlar kapitalizme karşı oluşlarını itikadi bir temele dayandırır. Tevhid ilkesini hareketin merkezine alır ve Kuran’dan aldığı ilhamla bu ilkeyi güçlü bir şekilde vurgular:

“De ki, ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah'ın resulüyüm. O Allah ki, göklerin ve yerin bütün mülkü O'nundur. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur…” (A’raf; 158)

Tevhidi üçlü saç ayağına oturtur. Allah’tan başka ilah ,güç, otorite yoktur. Çünkü yerlerin ve göklerin bütün varlıkları ona aittir, mülkün tek sahibi O’dur. Bunu bütün Peygamberler dünya insanlarına haykırmışlardır. Peygamberlerin pratiğinde şekillenen yaşam tasavvuru bizim de yolumuzu aydınlatan örnektir.

Antikapitalist Müslümanlar tevhidi, yaşamdan kopuk soyut bir düşünce olarak görmez. Tevhidi, insanlığı bir ve eşit görmek olarak anlar ve onu hayatın içinde ete kemiğe büründürmenin yollarını arar. Tevhidin zıddı olan şirkin temelinin ise sınıflı toplum olduğuna inanır.

Şirkin en büyük sebebi mülk edinme arzusu olmuştur. Bu arzu toplumda sınıflı yapıları oluşturmuş; mülkiyeti elinde bulunduranlarla ona bağımlı yaşayan işçiler, yoksullar, gençler, kadınlar arasında adaletsiz bir dünya oluşturmuştur. Mülk sahipleri yönetme hakkını da ellerinde bulundurmuşlar, haksız yasalar yoluyla hem mülklerini hem de iktidarlarını garanti altına almışlardır. Geçmişten günümüze bütün peygamberler bu şirk düzenlerini ortadan kaldırmak için mücadele etmişlerdir.

Müslümanlara göre değer, Allah’ın nimeti ile emeğin buluştuğu alandır. Ancak emek değer üretir. Sermaye değer üretmez.“İnsana emeğinden başkası yoktur” (Necm; 39) ayeti temel dayanak noktalarından birini oluşturur. Anti kapitalist Müslümanlar emeğin dışındaki bütün kazanım yollarını reddeder. Faiz (riba) ya da emek sömürüsü şirk sisteminin ana unsurudur. Bu yüzden “mülkiyet hakkı”nı özgürlüğün bir göstergesi değil; hegemonya ve otorite kurmanın bir aracı olarak görür. Çünkü sermaye gücünü elinde bulunduranlar, buna sahip olmayanların özgürlüklerini de gasbeder.

Buna karşılık Müslümanlar ortaklaşacılığı savunur. Herkes emeğinin karşılığını almalıdır. Hiç kimse bir başkasının ürettiği emeğin değerine el koymamalıdır. Bilgi, servet ve iktidar belirli ellerde toplanmamalı, genele yayılmalıdır. Allah’ın nimeti bütün yaratılanlar içindir. Bir grup mutlu azınlık için değil!

“Mallar içinizden sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın.” (Haşr: 7)

Müslümanlar bu çerçevede kapitalizm karşıtlığını sadece söylem düzeyinde değil; pratik olarak da yaşama geçirme iradesindedir. Alternatif bir çalışma, iş bölümü ve yaşamı örgütler. 

Müslümanlar tüm gönüllülerini ihtiyaçtan fazla mal biriktirmemeye, ellerinde ihtiyaç fazlası her türlü birikimi paylaşmaya çağırır. Eldeki birikimin ranta (ihtiyaç fazlası ev, bina, arsa, altın, para...) yatırılmasını Kuranî tabirle “kenz” (biriktirme) olarak tanımlar ve bunu Allah’a ve halka karşı işlenmiş suç olarak görür.

Keza her tür faiz, emek sömürüsü, kamu imtiyazı ve bilgi tekeli oluşturarak elde edilen servetleri suç içerdiğinden sorgular. Müslümanlar ; bütün Peygamberler, erdemli toplumlar ve insanlar gibi kendi gönüllüleri başta olmak üzere tüm insanları, lüks tüketimden, israftan, gösterişten uzak,gayet sade, mütevazi, zühde dayalı paylaşımcı bir hayat sürmeye ve haklıksızlığa karşı adaletin tesisi için devrimci bir mücadeleye çağırır. Yeryüzü nimetlerinde bütün insanlığın hakkı olduğuna ve bu nimetlerin insanlar arasında eşitçe paylaşılması için yaratıldığına inanır:

“Orada ihtiyacı olanlar için eşitçe olmak üzere dört mevsim rızık ve rızık kaynakları takdir etti.” (Fussilet; 10).

Müslümanlar; devleti, ilelebet payidar olması düşünülen statükonun dayatma gücü değil; özgürlüğün koşullarını oluşturacak bir araç olarak görür. İnsanın bütün benliği ile yaşam süremediği bir ortamda devletin varlığı ancak zulüm üretir. Tek bir kişinin burnunun kanamasına dahi devletin bekası adına razı olmaz. Adaletin gerçekleşmesi adına devleti alabildiğine sorgular.

İnsanların yaratılışından gelen bütün değerlerini savunur. “Sizin renkleriniz ve dilleriniz Allahın ayetleridir.” (Rum; 22) vahyi, bakış açısını belirler. Dilinden, renginden, düşüncesinden, inancından ya da inançsızlığından ötürü kimsenin hakkının yenmesine razı olmaz ve hakkı yenmişlerin yanında olur , onlarla birlikte “Allah’ın ayetleri”nin savunusunu yapar. Antikapitalist Müslümanlar, tüm halkların olduğu gibi Kürt halkının hak ve özgürlük taleplerini bu minvalde destekler. Ermeni halkının uğradığı zulme karşı çıkar. Her tür inkarı, asimilasyonu, katliamı zulüm ve insanlık suçu olarak görür. “Haksız yere bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüştür” ayeti mucibince tek bir ölümü bile insanlığın tümüne yönelik soykırım girişimi olarak görür.

Türk, Kürt, Arap, Çerkes, Arnavut, Rum, Ermeni vb. olsun olmasın bütün ezilenleri ve mazlumları tek bir millet olarak telakki eder. Zalimlerden başkasına düşmanlık beslemez. Adem’in çocukları olması sebebiyle ve tevhid ilkesi gereğince bütün insanları bir ve eşit görür.
Devletin her türden ırk, din, mezhep, resmi ideoloji ve şahıs vurgusundan arındırılması gerektiğini savunur.

Ortak iyiye ait kavramlar; hak, hukuk, adalet, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik yeterlidir.

Din, Müslümanlar için hayatın bütününü kapsayan yaşam biçiminin adıdır. Sevgiyi, merhameti, adaleti, eşitliği, özgürlüğü savunmak dinin özüdür. Her din ve inanışın bu ulvî amaçlara ulaşmak için bazı ritüelleri vardır. Ve bu her inanışta farklılık arzeder. Müslümanlar bütün ibadet etme biçimlerini hak görür. Sünni çoğunluğun diğer inançlar ve ibadet etme biçimleri üzerinde söz sahibi olmasına karşıdır. Alevilik gibi diğer tüm inanç gruplarının da kendi ibadet koşullarını belirlemesi gerektiğine inanır. İnançları, mezhepleri ve meşrepleri ne olursa olsun, bütün bir insanlık ailesinin eşitliğini savunur.

Müslümanlar inançsız kesimler için de aynı şeyi düşünür. Kimse Allah’a inanmaya ve bir dine girmeye zorlanamaz. Hiç kimse bir başkası üzerinde otorite kurma hakkına sahip değildir. İnançları ve ritüelleri yargılama, sorgulama ve ötekileştirme aracı olarak görmez. İnsanların sadece zarara yol açan davranışları sebebiyle, ötekine karşı sorumlu ve hesap verme durumunda olduklarına inanır.
Sömüren sömürülen ilişkisinde kimlik testi yapmaz. Sömürülen insanların inancının önemi olmadığı gibi, sömürenlerin inancı da önemsenmez. Zulüm alnı secdeli kişilerden gelse dahi Müslümanlar zulme karşı durur. Taşeron firmalarda, ne zaman işten çıkarılacağını bilmeden açlık sınırının altında yaşayan işçiler, işsizlik sarmalında boğulan milyonlarca genç, etnisite kurbanı ve inanç ayrımına uğrayan halklar, gelenek ve modernite arasında sıkışıp kalarak erkek egemen anlayışın sonucu haksızlığa uğrayan kadınlar için üslümanlar ısrarlı ve tavizsiz bir mücadelenin içindedir.

Biz ezilenleri yeryüzünde önderler yapmak istiyoruz” (Kasas;5) ayeti gereğince ezilenlerin adaleti, eşitliği, kardeşliği, merhameti ve paylaşımı esas alan iktidarını savunur.

Bundan dolayı Müslümanlar aynı zamanda günümüz şartları itibari ile anti-emperyalist bir kimliğe sahiptir. Kapitalizmin yeni hammaddeler bulması ve yeni pazarlar oluşturması adına, milyonlarca insanın öldürülmesi, tecavüze uğraması, yerlerinden ve yurtlarından sürülmesi kabul edilemez. Emperyalist kuşatmaya karşı, halkların birliğini ve ezilenlerin devrimci mücadelesini savunur. Anti emperyalist duruşumuzun kaynağı da vahiydir:

“Size ne oluyor da Allah yolunda o ezilen erkekler, kadınlar ve yavrular uğruna savaşmıyorsunuz ?” (Nisa 75)

Peygamberlerin yolunu; tarih boyunca ezilenlerin sesi, mazlumların içli çığlığı ve çağımızda devrimci mücadelelerin esin kaynağı olarak görür ve hepsini selamlar.

Müslümanlar bu perspektiften yola çıkarak doğaya, insana ve eşyaya bakışını belirler. Hiçbir kişisel, etnik, dini ya da sınıfsal bir gücün insanların tümü üzerinde otorite (hegomonya) kurma hakkı yoktur. Evrenin işleyiş kanunları, doğal yasalar, evrensel ahlak ilkeleri, ortaklaşacı toplulukların gönüllü sözleşmelerinden doğan hükümlere uymak yeterlidir. “Lailaheillallah” esasında bu demektir.

Tüm farklılıklarıyla birlikte “adalete dayalı bir dünya düzeni”ni mümkün görür.

Yeryüzündeki tüm dinlerin ideal dünya ülküsünü ifade eden cenneti, sınırsız ve sınıfsız özgür dünya olarak anlar. Böylesi başka (öteki) bir dünyaya inanır ve gerçekleşmesi için çaba serfeder…

ÇAĞRI

Zincirleri kırmak ve 'kölelere özgürlük!' demek için!

Diri diri gömülen kızlara, yok edilen hayatlara, fâil-i meçhûllere “hangi suçlarından dolayı öldürüldüler” demek için!

Bedeni metâlaştırılan, kişilikleri değil; dişilikleri kimlikleştirilen, din, örf, töre adına hakları elinden alınan ve yok sayılan kadınların özgürlüğü ve eşitliği için!
Başörtüsüne şartsız özgürlük için!

Çocuklarımızı robotlaştıran ve senelerce resmi ideoloji yoluyla uyutan ve öğüten zorunlu eğitim dayatmasına hayır demek için!

Yeryüzünde bozgunculuk yapanlara, ekini ve nesli ifsat edenlere karşı ses çıkarmak: 'Güneş, rüzgar bize yeter!' demek için!

Kapitalizme abdest aldıranlara, devletin davranışlarını değiştirmeyip kendi davranışlarını devlet yapanlara, alternatif ekonomi-politik sistem üretmeyip mevcut sömürücü sermaye sınıfına dahil olanlara, kamu imtiyazı kullanarak servet toplama yarışına girenlere, dindarlık ve muhafazakarlık adı altında şahsi ikbal peşinde koşanlara “hayır” demek için!

Hırsızlığın, yolsuzluğun, çapulun, yağmanın siyaset zannedildiği, talanın ve haram yiyiciliğin küstahça ve hoyratça hüküm sürdüğü bir ülkede, 'Allah, ekmek ve özgürlük' demek için!


Yüreğimizde başka bir dünya var.
Adalet ve barış yurdu var.
Kalpsiz dünyanın kalbi var.
Mülk Allah’ındır!

21 Haziran 2012 Perşembe

O Mescitlere Gitmeyin


Memleketimizde 81.984 cami bulunmaktadır.Buna karşılık 67 bin okul,1220 hastane bulunuyor.

Camilerin bağlı bulunduğu kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı ise 3.178.99.500 TL bütçesi ile göz kamaştırıyor.

Bu rakam 70 kurumun ve 4 bakanlığın bütçesinden daha fazla bir payı oluşturuyor. İnsanın gözleri yaşarıyor doğrusu. Devlet nasıl da halkı için çalışıyor!

Diyanet işlerinin bu gelirin haricinde takvim, kitap bağış ve vakıf gelirleri de bulunuyor. Siyasal iktidar son günlerde, Çamlıca tepesi ve Taksim Meydanı gibi merkezi alanlara iktidarın güç ve azametini simgeleyen milyon dolarlık  sultan camilerin yapılmasını karar vermiştir.

Yaptıkları bina ile hevesleri kursaklarında kalacak ve kalpleri parçalanıncaya kadar içlerine oturacaktır. Allah her şeyi bilen, çok bilgedir.
(Tevbe 110)
Türkiye’de siyasal iktidarlar, özellikle merkez sağ siyasetçiler, Diyaneti ve camileri siyaset için kendi çıkarına kullanmışlardır. Fakat hiç bir dönem bu iktidar kadar pervasız ve alenen yapamamışlardır. Kendi Neo Liberal kapitalist, emperyalist, işbirlikçi politikalarını aklamak için Diyaneti adeta sultanın fetva başıcı şeyhülislamları gibi kullanmaya başlamışlardır.
Siyasal iktidarın fetva başkanlığı olan diyanet, her cuma yüz bine yaklaşan camilerde milyonlarca Müslüman’ın zihnine iktidar propagandası şırınga  etmektedir. Böylece yalan vaatlerle din sömürüsü yaparak kandırdıkları saf Müslüman halkın bilincini kontrol altına almışlardır. Artık kim ne derse desin muhafazakar kafa başkasına oy vermeyecektir. İşte iktidar bu güvenle pervasızca politikalarına devam edebilmektedir.          

CAMİLER HALK İÇİN, HALK TA İKTİDAR İÇİN, ÖYLEYSE İKTİDAR KİM İÇİN...?

Camiler halk için vardır, halk ta iktidar için, öyleyse iktidar kim için vardır? Haftalık toplu namaz ve salat toplantısı için gelen Müslümanlara, namazı kılın, camilere para bağışlayın, tespihinizi çekin, iktidarımızı desteklekleyin ve  “O Müslüman’dır, ne yaparsa doğrudur, cennete girin” denilir. Üstü kapalı veya açık verilen mesaj budur.
Asla İslam’ın sosyal yönüne vurgu yapan ayet ve hadislerden bahsedilmez. Osmanlı, Emevi ve riyakâr, anti-maun söylemler sıralanır gider. 
Her cuma hutbenin ardından artık kanıksadığımız şu duyuru yapılır,
Falan ülkedeki filan cami için yardım toplanmaktadır, az çok demeyin verin.

Ama hiç bir gün şöyle bir duyuru olmamıştır. Yan sokakta soğukta aç susuz yaşayan  komşumuz için yardım toplayalım, oğlunun okul giderini karşılamayan işsiz için yardım edin çağrısı maalesef olmamıştır.

Bir iki vicdanlı  küçük belde  mescitlerini ve Müslüman’ı saymazsak bu genelde hep böyledir. Her cuma yoksul halkın yoksul cebine din söylemiyle el atılır. Devasa bütçeler, makam arabaları, yurtdışı saltanatlarına yetmez olur. Camiyi de yoksula yaptırırlar, karakolu da, ama yine kazanan yandaş müteahhitler olur ya, oda ayrı bir konu girmeyelim; çünkü sonu gelmez.                                                     
Süslü parıltılı abartılı tapınaklara dönüştürülür, Allahın mescitleri, peygamberin mescidleri, yoksulun adı anılmaz orda, riyakârlığın, gösterişin, şirkin bayrağı dalgalanır. Mevlütler, kandiller, teraviler, kutlu doğumlar, lokumlar ve gül suları vardır. Ama yoksulun derdi yoktur orta, mazlumun çığlığına kulak kabartılmaz.
Kur’an “o mescitlerden uzak durun” der,”oraya gitmeyin” der.

"Onun için kesinlikle oraya gitme! Ta ilk günden, temeli Allah bilinci üzerine kurulan mescit, gidilmeye elbette daha layıktır. Onun içerisinde tertemiz olmayı seven kimseler vardır. Allah çokça temizlenenleri sever."
(Tevbe-108)

Orası paylaşmanın,  dayanışmanın, haksızlığa ortak itirazın ve zalimlere karşı mücadelenin odak merkezi olmalıdır. Camiler yani mescitler, hem dini ritüellin (NAMAZ) Allaha yönelmenin yapıldığı, açların yoksulların, doyurulup giydirildiği, mal ve para fazlasının toplanıp olmayanlara dağıtıldığı, sorunların konuşulup çözüme kavuşturulduğu yerlerdir. 

Aşevleri, okumalar, felsefenin, dinin öğretilip hayata uygulandığı bu toplumun  pilot merkezleridir Camiler insanlığı inşa için yapılmış bilim merkezleri medreseleridir. Mescitler mahalli halk üniversiteleridir. Sınıfsız ve sınırsız toplumun ilk nüveleridir. Ve orada Allah'tan başka hiç bir otoritenin adı sanı siyaseti anılmaz.

"GERÇEK ŞUKİ; mescitler hep ALLAH içindir. O halde Allah’ın yanında başka birine yalvarıp yakarmayın. "
(Cin-18)

Peygamberimiz mescitleri bu amaçla kurmuş ve böyle yapmıştır.Yoksul sahabeler (ashabı suffe)mescitlerde yatıp kalkmış, orada yiyip içmiş ve orada kuran öğrenip gelişmiştir. Bu gün camiler ye yazık ki dışı ve içi gösterişli ama ruhsuz,gönülsüz,sessiz,sevgisiz,yüzlerin ve gönüllerin gülmediği harabelere dönüştürülmüştür. Tam 82 bin harabe 82 bin ölü evi.

YİNE ORADAN BAŞLAMALI
İçi ısınmalı insanın ve doyunca gülümsemeli. Hayata ve mücadeleye oradan başlamalı. Zulme ve zalime de ilk oradan dur demeli hep birlikte.Şu halde:

"Binasını Allah bilinci ve rızası temelinde kuran kimse mi hayırlıdır,yoksa binasını bir sel yatağındaki molozların üstüne kurup ta  kendisi de onunla birlikte cehenneme sürüklenip giden kimse mi?Allah zalimler güruhuna doğru yolu nasip etmez. " (Tevbe-109)


Aslolan BUGÜNÜ YAŞAMAK

Aslolan, Yaşamaktır. Dostu dost, düşmanı düşman bilip ona göre davranmaktır. Kimseye koltuk değneği olmamak, kimseyi koltuk değneği yapmamaktır. Aslolan, çağa, yaşanılan güne tanıklık yapabilmektir. Geçmişi geçmiş, geleceği gelecek gibi algılamaktır. Geçmişi gelecekte, geleceği geçmişte arayarak bugünü kaybetmemektir. Geçmiş ile gelecek arasında kaybolup, bugünü unutmamaktır.

Aslolan, hayata hükmetmektir. Kendi ayakları üzerinde durabilmektir.

Aslolan, 'an'ı yakalamaktır. 'An'ı kullanmaktır. 'An'da yaşamaktır. Yere basıp iz bırakmaktır.

Aslolan yaşanılması gerekeni yaşamaktır. Yaşanılacak ne varsa umuttan ve hüzünden, aşktan ve güzellikten yana onu yaşamaktır. İstemesek de, hoşumuza gitmese de, dostu anlamak, vefayı anlatmak için zaman zaman ihanetleri de yaşamaktır.

En önemlisi de ihanetlerden bunalıp, dostluğun tümüyle öldüğünü sanmamaktır. Önemli olan onu sabırla, inatla beklemektir, gerekirse aramaktır. İhanete kadar onunla yeryüzünde paylaşılacak ne var ise paylaşmaktır. Bugün var olanlar, bugün yaşanılsın için var kılınanlardır. Bugün yaşanılması için var kılınanlar, tüm güzellikler, çiçekler, dostluklar, ibadetler, alın teri ve sohbetler, hele ihanetlere karşın dostlarla birlik sabretmeler, düşman sadmelerini geri püskürtmeler...

Bugün yaşanılması için var kılınanlar, bugün yaşanılmazsa bir daha yaşanmazlar. Bugünün güzellikleri bugün içindir. Yarının güzellikleri yarın için... Önemli olan bugüne hükmetmektir. Yarın da yarına hükmetmek... Bugünden yarına sarkan şeyler aynı zamanda yarından öbürgüne sarkacak olan şeylerdir. Bugünlerini dolu dolu yaşayamayanlar, bugünde yapılması gerekenleri yapmayanlar, yarını yaşayacak olanların da önünü tıkayanlardır. Biz geçmişte atalarımızın, analarımızın, babalarımızın, kısaca bir önceki kuşağın 'an'ı yaşayamayışlarının bedelini inkârcılık, enflasyon, asimilasyon, baskı, zulüm, cehalet vs. olarak ödüyoruz. Geçmişte yaşanılması gerekip de yaşanılmayan her bir şey, yaşayabileceğimiz başka bir alanı örtüyor. Hayatımızı daraltıyor, karartıyor. Özgürlüğümüzü sınırlıyor, zaman zaman yok ediyor. Bu mirasa bizim aymazlığımız da eklenince, gelecek de yaşanılacak alanları bugünkünden daha da daraltıyoruz. Bizimle ilgili, bizden sonrakilere hesap bırakmak, sonrakilerin hesabını alt üst eder. Geçmişin borçları bizim hesaplarımızı alt üst ettiği gibi. Bizden bir öncekiler ne geçmişin hesabını ne de kendi hesaplarını ödediler. Biz ise ya kötü mirasın farkında değiliz, ya da o kötü mirasın 'tellallığını' yapıyoruz. Çoğumuz bu kötü mirasa kendi kötü mirasımızı da ekleyerek geleceğe ciro ediyoruz. En kötüsü de bu geçmiş miras gözümüzde bir şekilde büyüyor da 'bugün' ellerimizden kayıp gidiyor. Geçmişin kötü mirasına yanıp duruyoruz da bugünün güzelliklerine ya gözümüzü kapıyoruz ya o güzelliklerin esiri oluyoruz. Oysa bugünü yaşayamayanın yarını olmaz. Yarın bugünün üzerine kurulur. Bugün, 'bugün'den pay alanlar 'dün'e hükmedenlerdir. 'Yarın'a hükmedecek olanlar da 'bugün'ü yaşayanlar olacaktır.

Bugün yaşanmadan gelen yarın, bugünü yaşamayanların yarını değildir. Başkalarının yarını ile avunmak kendini aldatmaca değil midir? Oysa başkalarının yarını, başkasını mutlu etmez. Geçmişte, gelecek 'dün'de arandığı için 'an' kaybedildi. An kaybedilince de bir türlü geleceğe varılamadı. Veya başkalarının yarınına varıldı. Gelecek düşü ile 'an' harcanınca gelecek, bugünden uzaklaştıkça uzaklaştı. Gelecek hep geleceğe kanat çırptı. Gün üzerinde ayağa kalkılmadığındandır, bir türlü geleceğe yaklaşılamadı. Geçmiş geçmişte, gelecek gelecekte kaldı. 'An' dediğimiz bugün ise buharlaştı. Günü unutarak/dışlayarak geçmişe dalıp, geleceği arayanları tarih kitapları bile unutmuş olmalı olmalı ki bütün aramalara rağmen onlar bir türlü bulunamıyor. Onlar için, ne geçmiş bir ses verdi, ne de gelecekten bir umut göründü. Bugünü yaşayamayanlar bir türlü bulunamadı. Bugünü yaşayamayanlar geçmişte ne arasın.

Geçmişte var olanlar, geçmişin 'an'ını, geçmişin 'bugünü'nü yaşayanlar değil midir? Geleceği de, geçmişteki ''an"ı yaşayanlar yaşayacak/kuracak değil midir? Aslında 'an'ı .yaşamayanlar, yaşadıklarını sansalar da hiç yaşamamış olanlar değiller midir? Varlıkları olsa da var olmayanlar değiller midir onlar? Yaşamak ve var olmak bir işaret gerektirir. Bir gölge gibi geçip gitmek, bir serap gibi bir görünüp bir yok olmak yaşamak mıdır? Yaşamak iz bırakmaktır. Yaşamak sorumluluklarının farkına varmaktır. Yaşamak zorluklarla yorulmak, kolaylıklarla dinlenip tekrar zorlukların üstüne yürümektir. Yeryüzü bir amaç değil, bir sığınak değil, ebedi bir barınak hiç değil, yeryüzü taşınması gereken bir yük, koklanması gereken bir çiçek, aşılması gereken bir yığınaktır. Evet, aslolan bugünü yaşamaktır. Dostu dost bilip, dosta dostça sarılmaktır; düşmanı da düşman bilip sırtını dönmemektir. Evet, aslolan, kullara kulluk değil, Yaratan'a kulluk etmektir. Yaratana kulluk ise ancak 'an'ı yaşamakla mümkün olur. Ne geçmiştekilerin takvası ne de gelecektekilerin ibadeti bugünün günahına, bugünün yokluğuna keffaret olamaz. "kişiye ancak kendi kazandığı vardır. Kendi yükünü taşıyan hiç bir kimse başkasının yükünü taşımaz"(6/164). Kendi kazandığıdır ancak onu asıl geleceğe hazırlayacak olan.

ÜMMETE ÖZELEŞTİRİ


Kendimize zulmediyoruz. Bu zulüm çok zaman sağanak halini alıyor. Sanki, kendimizin en büyük düşmanı yine biziz. Hep yeriyoruz kendimizi. Hep suçluyoruz. Hep alçaltıyoruz. Yaptığımız hiçbir şeyi beğenmiyoruz. Yaptığımız şeyleri öncelikle kendimiz yıkıyoruz bir bir. Tek başımıza kalsak da, başkalarının yanında olsak da “en kötüyüz” biz. “Beceriksiziz”, üstelik “sünepeyiz”, dolayısıyla “adam olmayız” biz. Sadece ülkemizde değil Müslümanların yaşadığı bütün coğrafyalarda manzara bu. Başka düşmana gerek yok, çünkü biz kendimizin düşmanı gibiyiz.

Evet, kendimizin ve çevremizin düşmanı gibiyiz. Kendi kuyumuzu kendimiz kazıyoruz.Ya aşırı bir vurdumduymazlık içerisindeyiz; dolayısıyla dünya yıkılsa umurumuzda olmuyor.Sanki biz o coğrafyalara ait değiliz, bedenimiz bu topraklarda olsa da başka topraklara aitmişiz gibi davranıyoruz da bu toprakların düşmanı oluyoruz. Ya da aşırı bir kötümserlik, bezginlik ve ümitsizlik içinde hergün binlerce kez ölüyoruz. Küçük bir sarsıntı bizi helak ediyor. Ortamız yok.

 Bir türlü vasat/orta bir birey ve toplum olamıyoruz. Özellikle de sorumluluk noktasında bir adım önde olduğunu var saydığımız kişiler, müthiş bir karamsarlık ve ümitsizlik içindeler. Onlara göre her şey bitti bitecek… Bu "arabesk" ağız, bu "arabesk" tavır ve bu "arabesk" düşünüş bizi, kendimize daha bir düşman ediyor. Kendimizle barışık değiliz. Hele dost hiç değiliz... Hep, kara değil kapkara tablolar çiziyoruz. Bir süre sonra o kapkara tablolar da yetmez oluyor. Daha kara tablolar istiyoruz. Kısacası kendimizle dost değiliz. Yaptığımız şeylerin olumlu yanlarını, verimli yanlarını görmüyoruz veya görmezlikten geliyoruz. Sürekli olarak kendimizi lanetliyoruz. Sürekli "aaahh kahrolasıca insan" diyoruz.

Bu "kahrolasıca insan" deyiminin Kur’an’da genelikle kâfirler için kullanıldığını da biliyoruz aslında. Üstelik çeşitli sohbetlerimizde bu deyimin Kur'ân'da kâfir ve müşrikleri tehdit için kullanıldığını da söylüyoruz. Yine de "nankör insan" diyoruz. Kendimizi de soyutlamadan söylüyoruz bunu. Dolayısıyla hep alçalttığımızdan kendimizi, güvenimiz olmadığından kendimize ve de beğenmediğimizden hiçbir şeyimizi, daha bir küçülüyoruz. Öyle bir küçülüyoruz ki farketmez oluyor kimse bizi. Veyahut aldırmaz oluyor. Bu ise bizi bize, kendimizi kendimize daha bir düşman ediyor. “Bak kimse bizi adam yerine koymuyor” diyoruz. Dünyadan soyutlandığımızın farkında değiliz.Böylece hayatı ve dünyayı kendimize daha bir yaşanılmaz kılıyoruz. Bunun sonucu olarak kendimiz dahil tüm dünyayı daha bir iğrenç, daha bir çirkef görmeye başlıyoruz. Sonunda yaşamanın anlamsızlığına dair sorular yığılmaya başlıyor beynimize.

Bu sorular zaman zaman hayatın anlamsızlığına dair tuhaf teorilere dönüşüyor. Bir bakıyorsunuz bu teoriler yaşadığınız gerçekleriniz oluvermiş. Hayat dediğiniz şey avuçlarınız arasından kayıp gitmiş. Bütün renkler ve farklılıkların oluşturduğu güzellikler buharlaşıvermiş hayatımızdan. Bir noktadan sonra örneğin dostluk gibi, değerli birçok şeyin kelime dağarcığımızdan silinip gittiğinin farkına bile varamıyoruz. En sonunda boş bir çuval gibi kendimizi yere yığılıvermiş görüyoruz. Ve böylece umutsuzluk, umutsuzluk üstüne yığılırken eriyip gidiyoruz. İsyana bile zaman bulamıyoruz. Ve üstelik kendimizle dost olmak şöyle dursun barışmadan gidiyoruz. Oysa gerçek böyle değil. Biz kendimizin ve çevremizin düşmanı değiliz. Belki eksiğiz, belki belli konularda yetersiziz, belki zaman zaman, hatta çok zaman yanlış işler de yapıyoruz. Belki zayıfız, günahlarımız çok fazla. Ama biz, bir hiç değiliz.

Gerçeği kabullenme, tevbe etme imkanımız her zaman kapımızda bizi bekliyor. Biz gerçek bir varlığız. Bu nedenle hangi durumda olursak olalım; yeniden başlama imkanımız her zaman mevcut. Yeniden başlamak için, “başlıyorum” demek yeterli. Yeni hayatımıza hemen başlayabiliriz. Bunun için birincil işimiz kendimizle dost olmak, kendimizi anlayabilmek, tanıyabilmek, tanımlayabilmek, isteklerimizi kavrayabilmek, sorgulayabilmektir. Kendimizi tanımak, kendimizle dost olmak bize dünyayı tanıtacaktır. Eşyayı tanıtacaktır. Evreni tanıtacaktır. Çünkü eşya bizim için, dünya bizim içindir. Çünkü bir öte dünya beklentimiz varsa, bu öte dünya beklentisinin nasıl şekilleneceğini kendimizle ve şu an yaşadığımız dünya ile olan ilişki biçimimiz belirleyecektir. Evet, dünya tozpembe değil. Her yanında bülbüller şakıyıp güller açmıyor. Dünya on sene önceki, yüz sene önceki, bin sene önceki, onbin sene önceki dünyadır. Yani dünya hep ayın dünyadır. Yine açlar ve toklar var. Yine zalimler ve mazlumlar var.

Yine müstekbirler ve onlara karşı mücadele verenler var. Ve kendine zulmedenler, kendilerini aşağılayanlar var. Evet dünya aynı dünyadır. Öncekiler gibi biz de hayatın acımasızlığını her an içimizde hissediyoruz. Dünyadaki zulmün boyutunu anlayabilmek, başarısızlığımızı görebilmek için ille de kendimizle düşman olmak, ağıtlar, mersiyeler yakmak, yaptığımız şeyleri yıkmak, tüm doğrularımızı karalamak gerekmiyor. Oysa bu çığlıklar, bu suçlamalar, hatta iftiralar, başta kendimizden, ve sorumluluklarımızdan, sonra da hayattan kaçışın açık bir göstergesidir. Veya kişinin kendini tatmin etmesi, rahatlaması için sığındığı kumdan şatodur belki de. İnsan, hele bir Müslüman, her zaman başarısız değildir. İşe yaramaz değildir. Kendini işe yaramaz bir paçavra gibi göremez. Böyle görürse kendini alçalttıkça alçaltmış olur. Kendine ve dünyaya daha bir düşman olur. Oysa insan başarılı yönlerini gördüğünde heyecanlanır ve onu geliştirmek ister. Üstelik kişi kendisiyle dost olduğunda ancak yanlışlarını görebilir. Yanlışlarıyla doğrularını karşılaştırabilir, kendini tartabilir. Böylece kendinden başlayarak dünyayı değiştirme mücadelesine daha bir hız verir.

Kişinin kendisiyle dost olması, yaptığı şeylerin önemini takdir etmesi, yani yaptıklarının ne anlama geldiğini bilerek yapması, sürekli isyan şarkıları söylememesi, sık sık acizliğinden, yetersizliğinden, zavallılığından, alçaklığından dem vurmaması onu uzlaşmacı ve işbirlikçi yapmaz. Onu işbirlikçi yapmadığı gibi, yapmak istediği mücadelesinden de alıkoymaz. Üstelik bu tavır onu tepkiselliğin alanı dışına çıkaracağından, dünyada olanları daha net olarak görmesini sağlar. Zalimin, mazlumun, uzlaşmacı ve işbirlikçinin kimliği daha net olarak ortaya çıkar. Eğer dünümüzdeki ve bugünümüzdeki bulunduğumuz konumdan şikayetçiysek bunun birincil nedeni kendimize düşman olmamızdır. Kendimize aşırı güvensizliğimiz ve ümitsizliğimizdir. Kendisinin düşmanı olan, kendisine nasıl güvenir ki.... Bu durum aynı zamanda Müslüman olduğumuzu söylemekle birlikte Allah’tan ümit kestiğimizin de açık bir göstergesidir. İnsanoğlunun kendisinden ümit kesmesi demek Allah’tan ümit kesmesi demektir çünkü. Oysa mü’minler Allahtan ümit kesmezler. Çünkü, “Allah’tan, ancak inkarcılar ümit keser.”