21 Haziran 2012 Perşembe

İslam algımız ne olmalı


Bizi Müslüman kılan ve müslüman olmadığını düşündüğümüz insanlardan ayıran temel özelliklerimiz nelerdir? Bu temel özelliklerimiz, şekilsel, fikirsel, eylemsel nitelikli olanlardan hangisini veya hangilerini içeriyor? Bizi müslüman kılan bu davranış ve anlayışlarımızın, İslam olduğuna dair, algımızın kaynağı nedir?
Kaçımız, kendimize, inancımızın kaynağı ile ilgili sorular soruyoruz? Ve bu sorularımızı neye, nereye, kime soruyoruz? Refarans kaynağımızın konumu ve niteliği ne? 
Nerede ve nasıl bir konumda olduğumuzu görmek açısından bu sorular çok önemli. Ancak üzülerek söylemek gerekir ki, şu kadar milyar Müslüman içerisinde bu tür sorular soranların çok çok az olduğu gerçeği bir tarafa, bizde genel anlamda bir soru sorma ve sorgulama zaafiyeti söz konusu olduğu, bizim acı bir gerçeğimiz. Hatta bunun da ötesinde genel bir soru sorma ve sorgulamadan rahatsız olma ve böyle bir eylemi hoş görmeme tavrı var ki, bu daha da vahim bir durum. Üstelik bu görüntü geleneğimizde ve halihazır halimizde egemen ve başat bir tavır. Öyle ki, bu tavrın ideolojik ve siyasi kodları İslamın ilk yüzyıllarına kadar gidiyor.
İşte bu gerçeklik ve tarihi arkaplandan dolayı, yazımızın başındaki soru daha bir anlam  ve önem kazanmaktadır? Soruyu ve kime, neye sorulduğunu önemsemekle birlikte bu gelenek içerisinde soru soruyor hale gelebilmiş olmayı bile önemli bir aşama olarak görmek isterdim. Maalesef bugün için böyle bir aşamada olduğumuzu söyleyebilecek konumda değiliz. Ancak sadece geçmişe oranla göreceli bir gelişimden sözedebiliriz. Bu yazıyı okuyor olmanız bile bu mütevazi gelişimin delili sayılabilir veya kendimizi nasıl kandırdığımızın bir göstergesi.
"Bilmediğin şeyin ardına düşme; çünkü, işitme duyusu, görme duyusu ve kalp, bunların hepsi bundan sorguya çekilecektir!" (17/36) diyen bir kitabın kaynaklık ettiği dine bağlı olduğumuzu iddia etmemize rağmen, bu durumda olmamız, yani, bulunduğumuz konumla ilgili herhangi bir sorgulama ve doğrulama gereği duymamış ve duymuyor olmamız, konunun en trajikomik yanı olsa gerektir. Bu durum aynı zamanda inancımızın kaynağı ile olan yakınlığımızın hangi boyutta olduğunun da önemli bir göstergesi sayılabilir.

Soru soramıyor olmak, aynaya bakamıyor olmak gibi bir şey...  Nasıl ki, aynaya bakmayan/bakamayan birisi, kendi görüntüsü hakkında sağlıklı bir fikir sahibi olamazsa, bir sanıdan ibaret olan, kendisinin "yakışıklı veya güzel olduğu" fikrinin gerçekte bir kiymeti harbiyesi yok ve sosyal hayatta bir karşılığı bulunmuyorsa, bir noktadan sonra istese de kendisini kandıramıyor ve ister istemez başkalarının kanatine razı olmak zorunda kalıyorsa, sorgulaması yapılmamış, aynada bir yansımasını göremediğimiz, algı ve inançlarımız için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Aslında bu halimizle, sadece kendimizi kandırmanın ve kof bir böbürlenmenin ötesinde bir şey yapmış olmayız. Gzümüzü kapasak, kulaklarımızı tıkasak, aklımızı tamamen devredışı bıraksak da başkaları bize bizi tanıtmaya devam eder. Kabul etmesek de biz de, onların bizi tanımlamalarıyla kendimizi tanımlarız. Bu tanımlar, düşünce ve eylem olarak bir şekilde ortaya çıkar. Bugün yaşananlar bundan farklı bir şey mi?
Neye, nasıl, ne şekilde, ne kadar inandığımızın bir anlamı ve karşılığı olabilmesi için "inandığımız" dediğimiz şey hakkında bazı sorular sorabilmemiz, algı ve anlayışımızı kendi imkanlarımız ölçüsünde bir gerçeklik ve doğruluk testine tabi tutmamız gerekir. Bulunduğumuz noktadan, sorgusuz sualsiz bir şekilde emin olmak bir istiğna ve kendini yeterli görme hali olduğu gibi bu tavır büyük bir cehaletin ve bilgisizliğin de göstergesi sayılır.
Sorular, yeni soruları ortaya çıkardıkça soruların kıymeti artar. Çünkü her soru beraberinde en az bir cevabı gerekli kılar. O soruya bir cevap veriyor olmak yeni bir sorunun da kapısını açar. Normal şartlarda her soru için meşhur: "kim", "ne" "nerede", "nasıl". "niçin/neden" "ne zaman" soruları sorulsa, hem soruların hem de bu sorulara verilen cevapların sayısı artar ve bu sayede sorgulanan şeyin daha net bir şekilde ortaya konduğu görülür. Bu nedenle ilk soru önemli olmakla birlikte, bu sorunun arkası gelmezse, bu soru, son soru olma dışında fazla bir anlam ifade etmez.
İlk sorunun, son soru olması şuna benzer: Kişi, kendi kendine veya birisi kendisine "inandığın şey ne kadar doğru?" diye bir soru sorsa ve o da, bu soruyu; "Benim içinde bulunduğum yapı, grup, cemaat, part vs çok sağlam, çok dürüst, çok vefalı bir grup. Liderimiz de öyle. Aynı zaman da o, çok alim birisi. Bu nedenle burada bir yanlış olmaz." diye  cevap verse ve bu cevapla yetinse, başka bir soruya imkan tanınmasa işte bu, bir son soru örneği olur. Aynı zamanda bu toplumsal istiğnanının da ilginç bir örneği sayılır.
Muarızlarına, "getirebiliyorsanız, daha iyisini getirin!" diyebilen ve sorgulanmaktan rahatsız olmayan, aksine meydan okuyan bir metnin bağlıları olarak bizlerin, inancımız hakkında soru sormaktan korkar halde bulunmamız veya soruları gereksiz görmemiz neyle ve nasıl izah edilebilir?
Dikkat ettiyseniz henüz inanç ve algılarımızın kaynağı nedir, böyle olduğunu nerden biliyorsunuz, bunun böyle olduğunu, kimden, nasıl ve ne şekilde çek/teyit ettiniz? gibi sorulara gelmedik.
Evet, İslam algımız ne kadar islami? .

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder