21 Haziran 2012 Perşembe

O Mescitlere Gitmeyin


Memleketimizde 81.984 cami bulunmaktadır.Buna karşılık 67 bin okul,1220 hastane bulunuyor.

Camilerin bağlı bulunduğu kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı ise 3.178.99.500 TL bütçesi ile göz kamaştırıyor.

Bu rakam 70 kurumun ve 4 bakanlığın bütçesinden daha fazla bir payı oluşturuyor. İnsanın gözleri yaşarıyor doğrusu. Devlet nasıl da halkı için çalışıyor!

Diyanet işlerinin bu gelirin haricinde takvim, kitap bağış ve vakıf gelirleri de bulunuyor. Siyasal iktidar son günlerde, Çamlıca tepesi ve Taksim Meydanı gibi merkezi alanlara iktidarın güç ve azametini simgeleyen milyon dolarlık  sultan camilerin yapılmasını karar vermiştir.

Yaptıkları bina ile hevesleri kursaklarında kalacak ve kalpleri parçalanıncaya kadar içlerine oturacaktır. Allah her şeyi bilen, çok bilgedir.
(Tevbe 110)
Türkiye’de siyasal iktidarlar, özellikle merkez sağ siyasetçiler, Diyaneti ve camileri siyaset için kendi çıkarına kullanmışlardır. Fakat hiç bir dönem bu iktidar kadar pervasız ve alenen yapamamışlardır. Kendi Neo Liberal kapitalist, emperyalist, işbirlikçi politikalarını aklamak için Diyaneti adeta sultanın fetva başıcı şeyhülislamları gibi kullanmaya başlamışlardır.
Siyasal iktidarın fetva başkanlığı olan diyanet, her cuma yüz bine yaklaşan camilerde milyonlarca Müslüman’ın zihnine iktidar propagandası şırınga  etmektedir. Böylece yalan vaatlerle din sömürüsü yaparak kandırdıkları saf Müslüman halkın bilincini kontrol altına almışlardır. Artık kim ne derse desin muhafazakar kafa başkasına oy vermeyecektir. İşte iktidar bu güvenle pervasızca politikalarına devam edebilmektedir.          

CAMİLER HALK İÇİN, HALK TA İKTİDAR İÇİN, ÖYLEYSE İKTİDAR KİM İÇİN...?

Camiler halk için vardır, halk ta iktidar için, öyleyse iktidar kim için vardır? Haftalık toplu namaz ve salat toplantısı için gelen Müslümanlara, namazı kılın, camilere para bağışlayın, tespihinizi çekin, iktidarımızı desteklekleyin ve  “O Müslüman’dır, ne yaparsa doğrudur, cennete girin” denilir. Üstü kapalı veya açık verilen mesaj budur.
Asla İslam’ın sosyal yönüne vurgu yapan ayet ve hadislerden bahsedilmez. Osmanlı, Emevi ve riyakâr, anti-maun söylemler sıralanır gider. 
Her cuma hutbenin ardından artık kanıksadığımız şu duyuru yapılır,
Falan ülkedeki filan cami için yardım toplanmaktadır, az çok demeyin verin.

Ama hiç bir gün şöyle bir duyuru olmamıştır. Yan sokakta soğukta aç susuz yaşayan  komşumuz için yardım toplayalım, oğlunun okul giderini karşılamayan işsiz için yardım edin çağrısı maalesef olmamıştır.

Bir iki vicdanlı  küçük belde  mescitlerini ve Müslüman’ı saymazsak bu genelde hep böyledir. Her cuma yoksul halkın yoksul cebine din söylemiyle el atılır. Devasa bütçeler, makam arabaları, yurtdışı saltanatlarına yetmez olur. Camiyi de yoksula yaptırırlar, karakolu da, ama yine kazanan yandaş müteahhitler olur ya, oda ayrı bir konu girmeyelim; çünkü sonu gelmez.                                                     
Süslü parıltılı abartılı tapınaklara dönüştürülür, Allahın mescitleri, peygamberin mescidleri, yoksulun adı anılmaz orda, riyakârlığın, gösterişin, şirkin bayrağı dalgalanır. Mevlütler, kandiller, teraviler, kutlu doğumlar, lokumlar ve gül suları vardır. Ama yoksulun derdi yoktur orta, mazlumun çığlığına kulak kabartılmaz.
Kur’an “o mescitlerden uzak durun” der,”oraya gitmeyin” der.

"Onun için kesinlikle oraya gitme! Ta ilk günden, temeli Allah bilinci üzerine kurulan mescit, gidilmeye elbette daha layıktır. Onun içerisinde tertemiz olmayı seven kimseler vardır. Allah çokça temizlenenleri sever."
(Tevbe-108)

Orası paylaşmanın,  dayanışmanın, haksızlığa ortak itirazın ve zalimlere karşı mücadelenin odak merkezi olmalıdır. Camiler yani mescitler, hem dini ritüellin (NAMAZ) Allaha yönelmenin yapıldığı, açların yoksulların, doyurulup giydirildiği, mal ve para fazlasının toplanıp olmayanlara dağıtıldığı, sorunların konuşulup çözüme kavuşturulduğu yerlerdir. 

Aşevleri, okumalar, felsefenin, dinin öğretilip hayata uygulandığı bu toplumun  pilot merkezleridir Camiler insanlığı inşa için yapılmış bilim merkezleri medreseleridir. Mescitler mahalli halk üniversiteleridir. Sınıfsız ve sınırsız toplumun ilk nüveleridir. Ve orada Allah'tan başka hiç bir otoritenin adı sanı siyaseti anılmaz.

"GERÇEK ŞUKİ; mescitler hep ALLAH içindir. O halde Allah’ın yanında başka birine yalvarıp yakarmayın. "
(Cin-18)

Peygamberimiz mescitleri bu amaçla kurmuş ve böyle yapmıştır.Yoksul sahabeler (ashabı suffe)mescitlerde yatıp kalkmış, orada yiyip içmiş ve orada kuran öğrenip gelişmiştir. Bu gün camiler ye yazık ki dışı ve içi gösterişli ama ruhsuz,gönülsüz,sessiz,sevgisiz,yüzlerin ve gönüllerin gülmediği harabelere dönüştürülmüştür. Tam 82 bin harabe 82 bin ölü evi.

YİNE ORADAN BAŞLAMALI
İçi ısınmalı insanın ve doyunca gülümsemeli. Hayata ve mücadeleye oradan başlamalı. Zulme ve zalime de ilk oradan dur demeli hep birlikte.Şu halde:

"Binasını Allah bilinci ve rızası temelinde kuran kimse mi hayırlıdır,yoksa binasını bir sel yatağındaki molozların üstüne kurup ta  kendisi de onunla birlikte cehenneme sürüklenip giden kimse mi?Allah zalimler güruhuna doğru yolu nasip etmez. " (Tevbe-109)


Aslolan BUGÜNÜ YAŞAMAK

Aslolan, Yaşamaktır. Dostu dost, düşmanı düşman bilip ona göre davranmaktır. Kimseye koltuk değneği olmamak, kimseyi koltuk değneği yapmamaktır. Aslolan, çağa, yaşanılan güne tanıklık yapabilmektir. Geçmişi geçmiş, geleceği gelecek gibi algılamaktır. Geçmişi gelecekte, geleceği geçmişte arayarak bugünü kaybetmemektir. Geçmiş ile gelecek arasında kaybolup, bugünü unutmamaktır.

Aslolan, hayata hükmetmektir. Kendi ayakları üzerinde durabilmektir.

Aslolan, 'an'ı yakalamaktır. 'An'ı kullanmaktır. 'An'da yaşamaktır. Yere basıp iz bırakmaktır.

Aslolan yaşanılması gerekeni yaşamaktır. Yaşanılacak ne varsa umuttan ve hüzünden, aşktan ve güzellikten yana onu yaşamaktır. İstemesek de, hoşumuza gitmese de, dostu anlamak, vefayı anlatmak için zaman zaman ihanetleri de yaşamaktır.

En önemlisi de ihanetlerden bunalıp, dostluğun tümüyle öldüğünü sanmamaktır. Önemli olan onu sabırla, inatla beklemektir, gerekirse aramaktır. İhanete kadar onunla yeryüzünde paylaşılacak ne var ise paylaşmaktır. Bugün var olanlar, bugün yaşanılsın için var kılınanlardır. Bugün yaşanılması için var kılınanlar, tüm güzellikler, çiçekler, dostluklar, ibadetler, alın teri ve sohbetler, hele ihanetlere karşın dostlarla birlik sabretmeler, düşman sadmelerini geri püskürtmeler...

Bugün yaşanılması için var kılınanlar, bugün yaşanılmazsa bir daha yaşanmazlar. Bugünün güzellikleri bugün içindir. Yarının güzellikleri yarın için... Önemli olan bugüne hükmetmektir. Yarın da yarına hükmetmek... Bugünden yarına sarkan şeyler aynı zamanda yarından öbürgüne sarkacak olan şeylerdir. Bugünlerini dolu dolu yaşayamayanlar, bugünde yapılması gerekenleri yapmayanlar, yarını yaşayacak olanların da önünü tıkayanlardır. Biz geçmişte atalarımızın, analarımızın, babalarımızın, kısaca bir önceki kuşağın 'an'ı yaşayamayışlarının bedelini inkârcılık, enflasyon, asimilasyon, baskı, zulüm, cehalet vs. olarak ödüyoruz. Geçmişte yaşanılması gerekip de yaşanılmayan her bir şey, yaşayabileceğimiz başka bir alanı örtüyor. Hayatımızı daraltıyor, karartıyor. Özgürlüğümüzü sınırlıyor, zaman zaman yok ediyor. Bu mirasa bizim aymazlığımız da eklenince, gelecek de yaşanılacak alanları bugünkünden daha da daraltıyoruz. Bizimle ilgili, bizden sonrakilere hesap bırakmak, sonrakilerin hesabını alt üst eder. Geçmişin borçları bizim hesaplarımızı alt üst ettiği gibi. Bizden bir öncekiler ne geçmişin hesabını ne de kendi hesaplarını ödediler. Biz ise ya kötü mirasın farkında değiliz, ya da o kötü mirasın 'tellallığını' yapıyoruz. Çoğumuz bu kötü mirasa kendi kötü mirasımızı da ekleyerek geleceğe ciro ediyoruz. En kötüsü de bu geçmiş miras gözümüzde bir şekilde büyüyor da 'bugün' ellerimizden kayıp gidiyor. Geçmişin kötü mirasına yanıp duruyoruz da bugünün güzelliklerine ya gözümüzü kapıyoruz ya o güzelliklerin esiri oluyoruz. Oysa bugünü yaşayamayanın yarını olmaz. Yarın bugünün üzerine kurulur. Bugün, 'bugün'den pay alanlar 'dün'e hükmedenlerdir. 'Yarın'a hükmedecek olanlar da 'bugün'ü yaşayanlar olacaktır.

Bugün yaşanmadan gelen yarın, bugünü yaşamayanların yarını değildir. Başkalarının yarını ile avunmak kendini aldatmaca değil midir? Oysa başkalarının yarını, başkasını mutlu etmez. Geçmişte, gelecek 'dün'de arandığı için 'an' kaybedildi. An kaybedilince de bir türlü geleceğe varılamadı. Veya başkalarının yarınına varıldı. Gelecek düşü ile 'an' harcanınca gelecek, bugünden uzaklaştıkça uzaklaştı. Gelecek hep geleceğe kanat çırptı. Gün üzerinde ayağa kalkılmadığındandır, bir türlü geleceğe yaklaşılamadı. Geçmiş geçmişte, gelecek gelecekte kaldı. 'An' dediğimiz bugün ise buharlaştı. Günü unutarak/dışlayarak geçmişe dalıp, geleceği arayanları tarih kitapları bile unutmuş olmalı olmalı ki bütün aramalara rağmen onlar bir türlü bulunamıyor. Onlar için, ne geçmiş bir ses verdi, ne de gelecekten bir umut göründü. Bugünü yaşayamayanlar bir türlü bulunamadı. Bugünü yaşayamayanlar geçmişte ne arasın.

Geçmişte var olanlar, geçmişin 'an'ını, geçmişin 'bugünü'nü yaşayanlar değil midir? Geleceği de, geçmişteki ''an"ı yaşayanlar yaşayacak/kuracak değil midir? Aslında 'an'ı .yaşamayanlar, yaşadıklarını sansalar da hiç yaşamamış olanlar değiller midir? Varlıkları olsa da var olmayanlar değiller midir onlar? Yaşamak ve var olmak bir işaret gerektirir. Bir gölge gibi geçip gitmek, bir serap gibi bir görünüp bir yok olmak yaşamak mıdır? Yaşamak iz bırakmaktır. Yaşamak sorumluluklarının farkına varmaktır. Yaşamak zorluklarla yorulmak, kolaylıklarla dinlenip tekrar zorlukların üstüne yürümektir. Yeryüzü bir amaç değil, bir sığınak değil, ebedi bir barınak hiç değil, yeryüzü taşınması gereken bir yük, koklanması gereken bir çiçek, aşılması gereken bir yığınaktır. Evet, aslolan bugünü yaşamaktır. Dostu dost bilip, dosta dostça sarılmaktır; düşmanı da düşman bilip sırtını dönmemektir. Evet, aslolan, kullara kulluk değil, Yaratan'a kulluk etmektir. Yaratana kulluk ise ancak 'an'ı yaşamakla mümkün olur. Ne geçmiştekilerin takvası ne de gelecektekilerin ibadeti bugünün günahına, bugünün yokluğuna keffaret olamaz. "kişiye ancak kendi kazandığı vardır. Kendi yükünü taşıyan hiç bir kimse başkasının yükünü taşımaz"(6/164). Kendi kazandığıdır ancak onu asıl geleceğe hazırlayacak olan.

ÜMMETE ÖZELEŞTİRİ


Kendimize zulmediyoruz. Bu zulüm çok zaman sağanak halini alıyor. Sanki, kendimizin en büyük düşmanı yine biziz. Hep yeriyoruz kendimizi. Hep suçluyoruz. Hep alçaltıyoruz. Yaptığımız hiçbir şeyi beğenmiyoruz. Yaptığımız şeyleri öncelikle kendimiz yıkıyoruz bir bir. Tek başımıza kalsak da, başkalarının yanında olsak da “en kötüyüz” biz. “Beceriksiziz”, üstelik “sünepeyiz”, dolayısıyla “adam olmayız” biz. Sadece ülkemizde değil Müslümanların yaşadığı bütün coğrafyalarda manzara bu. Başka düşmana gerek yok, çünkü biz kendimizin düşmanı gibiyiz.

Evet, kendimizin ve çevremizin düşmanı gibiyiz. Kendi kuyumuzu kendimiz kazıyoruz.Ya aşırı bir vurdumduymazlık içerisindeyiz; dolayısıyla dünya yıkılsa umurumuzda olmuyor.Sanki biz o coğrafyalara ait değiliz, bedenimiz bu topraklarda olsa da başka topraklara aitmişiz gibi davranıyoruz da bu toprakların düşmanı oluyoruz. Ya da aşırı bir kötümserlik, bezginlik ve ümitsizlik içinde hergün binlerce kez ölüyoruz. Küçük bir sarsıntı bizi helak ediyor. Ortamız yok.

 Bir türlü vasat/orta bir birey ve toplum olamıyoruz. Özellikle de sorumluluk noktasında bir adım önde olduğunu var saydığımız kişiler, müthiş bir karamsarlık ve ümitsizlik içindeler. Onlara göre her şey bitti bitecek… Bu "arabesk" ağız, bu "arabesk" tavır ve bu "arabesk" düşünüş bizi, kendimize daha bir düşman ediyor. Kendimizle barışık değiliz. Hele dost hiç değiliz... Hep, kara değil kapkara tablolar çiziyoruz. Bir süre sonra o kapkara tablolar da yetmez oluyor. Daha kara tablolar istiyoruz. Kısacası kendimizle dost değiliz. Yaptığımız şeylerin olumlu yanlarını, verimli yanlarını görmüyoruz veya görmezlikten geliyoruz. Sürekli olarak kendimizi lanetliyoruz. Sürekli "aaahh kahrolasıca insan" diyoruz.

Bu "kahrolasıca insan" deyiminin Kur’an’da genelikle kâfirler için kullanıldığını da biliyoruz aslında. Üstelik çeşitli sohbetlerimizde bu deyimin Kur'ân'da kâfir ve müşrikleri tehdit için kullanıldığını da söylüyoruz. Yine de "nankör insan" diyoruz. Kendimizi de soyutlamadan söylüyoruz bunu. Dolayısıyla hep alçalttığımızdan kendimizi, güvenimiz olmadığından kendimize ve de beğenmediğimizden hiçbir şeyimizi, daha bir küçülüyoruz. Öyle bir küçülüyoruz ki farketmez oluyor kimse bizi. Veyahut aldırmaz oluyor. Bu ise bizi bize, kendimizi kendimize daha bir düşman ediyor. “Bak kimse bizi adam yerine koymuyor” diyoruz. Dünyadan soyutlandığımızın farkında değiliz.Böylece hayatı ve dünyayı kendimize daha bir yaşanılmaz kılıyoruz. Bunun sonucu olarak kendimiz dahil tüm dünyayı daha bir iğrenç, daha bir çirkef görmeye başlıyoruz. Sonunda yaşamanın anlamsızlığına dair sorular yığılmaya başlıyor beynimize.

Bu sorular zaman zaman hayatın anlamsızlığına dair tuhaf teorilere dönüşüyor. Bir bakıyorsunuz bu teoriler yaşadığınız gerçekleriniz oluvermiş. Hayat dediğiniz şey avuçlarınız arasından kayıp gitmiş. Bütün renkler ve farklılıkların oluşturduğu güzellikler buharlaşıvermiş hayatımızdan. Bir noktadan sonra örneğin dostluk gibi, değerli birçok şeyin kelime dağarcığımızdan silinip gittiğinin farkına bile varamıyoruz. En sonunda boş bir çuval gibi kendimizi yere yığılıvermiş görüyoruz. Ve böylece umutsuzluk, umutsuzluk üstüne yığılırken eriyip gidiyoruz. İsyana bile zaman bulamıyoruz. Ve üstelik kendimizle dost olmak şöyle dursun barışmadan gidiyoruz. Oysa gerçek böyle değil. Biz kendimizin ve çevremizin düşmanı değiliz. Belki eksiğiz, belki belli konularda yetersiziz, belki zaman zaman, hatta çok zaman yanlış işler de yapıyoruz. Belki zayıfız, günahlarımız çok fazla. Ama biz, bir hiç değiliz.

Gerçeği kabullenme, tevbe etme imkanımız her zaman kapımızda bizi bekliyor. Biz gerçek bir varlığız. Bu nedenle hangi durumda olursak olalım; yeniden başlama imkanımız her zaman mevcut. Yeniden başlamak için, “başlıyorum” demek yeterli. Yeni hayatımıza hemen başlayabiliriz. Bunun için birincil işimiz kendimizle dost olmak, kendimizi anlayabilmek, tanıyabilmek, tanımlayabilmek, isteklerimizi kavrayabilmek, sorgulayabilmektir. Kendimizi tanımak, kendimizle dost olmak bize dünyayı tanıtacaktır. Eşyayı tanıtacaktır. Evreni tanıtacaktır. Çünkü eşya bizim için, dünya bizim içindir. Çünkü bir öte dünya beklentimiz varsa, bu öte dünya beklentisinin nasıl şekilleneceğini kendimizle ve şu an yaşadığımız dünya ile olan ilişki biçimimiz belirleyecektir. Evet, dünya tozpembe değil. Her yanında bülbüller şakıyıp güller açmıyor. Dünya on sene önceki, yüz sene önceki, bin sene önceki, onbin sene önceki dünyadır. Yani dünya hep ayın dünyadır. Yine açlar ve toklar var. Yine zalimler ve mazlumlar var.

Yine müstekbirler ve onlara karşı mücadele verenler var. Ve kendine zulmedenler, kendilerini aşağılayanlar var. Evet dünya aynı dünyadır. Öncekiler gibi biz de hayatın acımasızlığını her an içimizde hissediyoruz. Dünyadaki zulmün boyutunu anlayabilmek, başarısızlığımızı görebilmek için ille de kendimizle düşman olmak, ağıtlar, mersiyeler yakmak, yaptığımız şeyleri yıkmak, tüm doğrularımızı karalamak gerekmiyor. Oysa bu çığlıklar, bu suçlamalar, hatta iftiralar, başta kendimizden, ve sorumluluklarımızdan, sonra da hayattan kaçışın açık bir göstergesidir. Veya kişinin kendini tatmin etmesi, rahatlaması için sığındığı kumdan şatodur belki de. İnsan, hele bir Müslüman, her zaman başarısız değildir. İşe yaramaz değildir. Kendini işe yaramaz bir paçavra gibi göremez. Böyle görürse kendini alçalttıkça alçaltmış olur. Kendine ve dünyaya daha bir düşman olur. Oysa insan başarılı yönlerini gördüğünde heyecanlanır ve onu geliştirmek ister. Üstelik kişi kendisiyle dost olduğunda ancak yanlışlarını görebilir. Yanlışlarıyla doğrularını karşılaştırabilir, kendini tartabilir. Böylece kendinden başlayarak dünyayı değiştirme mücadelesine daha bir hız verir.

Kişinin kendisiyle dost olması, yaptığı şeylerin önemini takdir etmesi, yani yaptıklarının ne anlama geldiğini bilerek yapması, sürekli isyan şarkıları söylememesi, sık sık acizliğinden, yetersizliğinden, zavallılığından, alçaklığından dem vurmaması onu uzlaşmacı ve işbirlikçi yapmaz. Onu işbirlikçi yapmadığı gibi, yapmak istediği mücadelesinden de alıkoymaz. Üstelik bu tavır onu tepkiselliğin alanı dışına çıkaracağından, dünyada olanları daha net olarak görmesini sağlar. Zalimin, mazlumun, uzlaşmacı ve işbirlikçinin kimliği daha net olarak ortaya çıkar. Eğer dünümüzdeki ve bugünümüzdeki bulunduğumuz konumdan şikayetçiysek bunun birincil nedeni kendimize düşman olmamızdır. Kendimize aşırı güvensizliğimiz ve ümitsizliğimizdir. Kendisinin düşmanı olan, kendisine nasıl güvenir ki.... Bu durum aynı zamanda Müslüman olduğumuzu söylemekle birlikte Allah’tan ümit kestiğimizin de açık bir göstergesidir. İnsanoğlunun kendisinden ümit kesmesi demek Allah’tan ümit kesmesi demektir çünkü. Oysa mü’minler Allahtan ümit kesmezler. Çünkü, “Allah’tan, ancak inkarcılar ümit keser.”

KORKU HALİ VE TOPLUM


Yaşadığımız olaylar bize en çok kendimizden ve kendi hemcinslerimizden korktuğumuzu ve korkmamız gerektiğini, en çok onları sevip, en çok onlardan nefret ettiğimizi ortaya koyuyor. İnsan insanın kurdu. Durmadan ya kendisini ya karşısındakini kemirip duruyor.

İnsanoğlu tarihin her döneminde doğa ve metafizik düşüncelerden kaynaklanan korkuları yenmiş, onları aşmış ama kendisinden ve kendi cinsinden kaynaklanan korkular karşısında genellikle aciz kalmış ve bu korkular çok zaman onu esir almış görünmektedir. O, zaman zaman bu korkulara karşı bir savaş başlatsa, hatta kısa süreli zaferler kazansa da bu korku, yüreğindeki saltanatını sürdürmeye devam ede gelmiştir.

Bu korkunun bu kadar canlı, etkin ve baskın olmasının pek çok nedeni olabilir; kendi donanımsızlığımızı, sahip olduklarımızı ve erk sahiplerinin konumunu bu korkunun başlıca nedenleri olarak sayabiliriz. Bu korkudan başka besin kaynağı olmayan erk sahiplerinin her gün yeni bir korku üretiyor olmasını anlamak çok zor değil. Çünkü egemenliğini haksızlık ve zulm üzerine kurmuş olduğu için korkuyu bir yönetim modeli olarak uygulaya gelmesi zaten onun varlık nedeni. Yönettikleri yığınlar üzerindeki korku sopasını bıraktıkları anda yığınlar üzerinde bir yaptırımlarının kalmayacağını iyi biliyorlar. Bu nedenle onları hergün yeni bir korku oyunu ile korkutmaya/oyalamaya devam ediyorlar.

Korku sonuna kadar kullanılınca, bir noktadan sonra korku korku olmaktan çıkıyor. Yani korku zirveye çıktığı zaman hem egemenler hem de mazlumlar korkunun bittiğini görüyorlar. Bu sefer korku yalama olmaya başlıyor. Korku korkutmamaya başlıyor. Uygulana gelen bu korku bir bumeranga dönüşüyor ve korkutanı korkutmaya başlıyor. Korku, korku üretenlerin ellerinde ellerinde patlıyor. Artık kendileri için korku üretmeye başlıyorlar.

Korkunun hikayesi insanoğlunun hikayesi/tarihi kadar eski. Adem’in cennet gibi bir yerden çıkarılışı ile böyle bir potansiyeli olduğunu fark eden insanoğlu, Ademin iki oğlundan birinin öldürmesiyle birlikte bu korku olgusunu içinde net bir şekilde hissetmeye başlıyor. Farkına vardığı bu his hep çoğalarak ve yayılarak bugünlere kadar devam edegeldi. Teknolojinin egemenliğindeki günümüz dünyasında ise insanların kokudan kaçıp sığınacakları bütün kaleler egemenler tarafından bir bir zapt edildi. Zapt edilen kalelerin başında da kalpler geliyor. Böylece kalpleri dahil bütün sığınakları ellerinden alınanlar çok zaman sanal olarak üretilen korkularıyla baş başa kaldılar. Korkuların en ağırının en aşılmazının bu sanal korkular olduğunu söylemek durumundayım. İnsaoğlunun maddi, nesnel veya psikolojik kaynaklı korkuları bir şekilde insanoğlunun kendisini keşfederek onu alt edebiliyor. Olmayan bir şey nasıl alt edilecek? Bugün kafası çalışan egemen güçler (Batı demokrasilerinde olduğu gibi)  daha çok toplumlarını asmadan, kesmeden bu tür korkularla yönetiyorlar.

Bunun için bu tür korkuların mucidi olan egemenler, toplumlarına korkularıyla mutlu olmalarını tavsiye/emr ediyorlar. Bu emirlerinin bir şekilde yerine getirileceğinden de eminler. Çünkü onlar toplumların yüreğine ektikleri korku tohumlarının, günlük hayatta zulüm, kıtlık, cehalet ve esaret olarak boy vereceğini, bunların da toplumların kimlik ve kişiliklerini ortadan kaldıracağını, toplumsal bilinçlerini buharlaştıracağını biliyorlar. Böylece onları diledikleri gibi yönetebilecekleri. Maalesef bu senaryo hep uygulana gelmiş. Bugün de yaygın olarak farklı sürümleriyle kullanımda. Şuan –doğru veya yanlış- tanrı korkusunu bile aşan insanoğlu bu korkuyla cebelleşip duruyor.

İnsanoğlunun bu insani korkusu, bazı insanların (halkın) hayatını zora sokarken birilerinin hayatını da oldukça kolaylaştırmaktadır. En azından görüntü böyledir. Bu korku halk üzerindeki baskıyı arttırırken birilerinin (bu birileri elbette toplumun korkmasından yararı olanlardır.) yaşam düzeyini yükseltmekte, onlara saltanatlarının devamı için kan ve vitamin işlevi görmektedir. Halk, kendi korkusunun kurbanı olurken saltanat sahipleri de korku salmanın meyvelerini devşirmeye devam etmektedirler. Böylece korku üzerine kurulu düzenlerini en ucuz maliyetle sürdürmenin yolunu da bulmuş oluyorlar.

Korku üreten sistemlerin temelinde tüm imkan ve zenginliklerin belli ellerde/ailelerde toplanması ve halkla paylaşılmaması yatıyor. Ancak egemenlerin bu her şeye sahip olma hırsı sahip olduklarının ellerinde çıkma kokusunu da beraberinde getiriyor. Bu korku sahip olduklarını doğal yollardan bir hak olarak elde etmediklerinin de en önemli göstergesidir. Diliyle, “elimdeki güç, sahip olduğum imkanlar benim hakkım.” dese de o da biliyorki bu söylediklerinin bir gerçeklik payı olmadığı gibi bir kıymeti harbiyesi de yok. O sadece mezarlıktan geçerken ıslık çalıyor.

Korku salmanın yani insanoğlunu yine insanoğlu ile korkutmanın bazı dönemlerde daha yoğunlaştığına şahit oluyoruz. Bazı sulta sahipleri korku üretme işine fazla sarılmazlar. Belki de gerek görmezler. Bir ölçüde kendilerine güvenirler. “Teba”larıyla “sıcak”, “doğal” bir ilişkileri vardır. Onları “mutlu” ve “mesut” yaşattıklarını düşünürler. Genellikle tebası da bu kanaattedir. Bu nedenle kendilerini tartışmasız ve istenilen bir otorite olarak görüldüklerine inandıkları için güçlerini pekiştirmek veya devam ettirmek için herhangi bir arayış içerisinde olmazlar. İmparatorluk dönemlerinin bazı hanedanlıklarını ve bazı günümüz demokrasilerini buna örnek verebiliriz.

Bazı sulta sahipleri ise ancak korku üretip her yana korku saldıklarında ancak egemen olabileceklerini sanırlar. Yönettiklerini “öteki” olarak kabul ederler. Güçlü ve her şeye hükmetmekte olduklarını, her şeyin kontrolleri altında bulundurduklarını karşısındakilere onları sindirerek göstermek isterler. Böyle yapmadıklarında toplumun onları güçlü kabul etmeyeceklerini sanırlar. Çünkü sahip oldukları imkanları gayrimeşru bir şekilde elde ettikleri için toplumsal bir tabanı olmadığını bilirler. Bundan dolayı daima bir korku içinde olurlar. Bunun içinde korkularını yenmek için daha çok korku üretirler. Karşısındakileri, kendisinden daha yoğun bir korku içinde yaşarlarsa, egemenliklerinin süreceğini düşünürler. Bu nedenle biraz daha sefa sürebilmek veya hükümranlıklarını biraz daha uzatabilmek için korku üretmeyi son çare olarak görmektedirler. Gece karanlığında yolculuk yapan birinin yolculuğunu kazasız belasız bitirebilmek için bağıra çağıra şarkı söylemesi gibi bir haleti ruhiye içinde korkularının hafifleyeceğine, saltanatının süresinin uzayacağına, kendilerini inandırmak isterler. Bilirler ki yaptıklarının işe yarıyor olduğuna öncelikle kendileri inanmasalar veya inanıyor görünmeseler ürettikleri korkular, karşısındakilerden çok kendilerini esir alacaktır.
Oysa tarihî  olaylar da ortaya koymuştur ki “korkunun ecele faydası yoktur”. Sanıldığı gibi korku üreterek insanları sindirmek belki çürümeyi ve çöküşü bir miktar geciktirmektedir ama engellememektedir. Korku tarafından esir alınmış toplumların bu korkularla yüzleşmeleri ve bu korku imparatorluklarının çöküşü mukadderdir ancak o toplumun yerine yeni bir yapı oluşturmak öyle kolay değildir. Korku toplumu üzerine yeni korkusuz bir yapı oluşturmak, her şeyden önce sadece korkunun yenilmesine değil korkunun ciddi bir analizi yapılarak, korku üreten, üretme ihtimali olan mekanizma ve anlayışların ortadan kaldırılmasına da bağlıdır. Her şeyden önce korkuyu yenen insanların algı ve anlayışlarının, yeni korku düzenleri inşa edecek kodları da yok etmiş olmaları ve zihinlerinin öteki üretmekten arınmış olması gerekir.

Bu düşünce ve algılar, özlerinde var olan yanlış anlayışları düzeltmedikleri, korkuyu olması gerektiği yere oturtamadıkları sürece korkunun egemenliğinden çıkmaları mümkün olmaz. Korkunun egemenliğindeki herhangi bir siyasi yapıdan kurtulmuş olsalar ipler/yönetim bu düşüncedeki insanların eline geçmiş olsa bile oluşturacakları yeni yapı başka bir korku imparatorluğu kurmanın dışında bir işe yaramaz.

Kişinin korkuya teslim olmasıyla şeytana teslim olması  arasında veya kişinin şeytanlaşması arasında doğrudan bir bağ vardır. Şeytanın iğvasına kapılmayan, onu yüreğinin gizliliklerinden çıkaran birinin, ne kadar uğraşılsa da yüreğinde korku yeşermez. Şeytanın kovulduğu yürekte korkuya yer olmaz. Çünkü o her şeyden önce korkuyu bir korku olarak değil, bir saygı, bir sınır, bir önsezi/uyanıklık olarak ele almaktadır ve o duygu kendi bünyesi içerisinde önemli görevler ifa etmektedir.

Oysa korku bir korku olarak ele alındığında zayıflığın, acziyetin, kendine güvensizliğin göstergesi olarak karşımıza çıkar. Kendine güvensizlik önce zihinde başlar. Korkunun kendisine zihinde yer bulabilmesi için kişinin inandıklarında bir zaafın söz konusu olması gerekir. Kişinin yanlış da olsa kendine özgü ancak samimi olarak inandığı bir anlayışı, bir inancı yoksa ve o inanca bütün benliğiyle katılmıyorsa, yüreğindeki korkuyu yenmesi veya yüreğine yeni yeni korkuların kök salmasını önlemesi mümkün değildir. Kişinin korkuyu yenebilmesi için her şeyiyle kendisi olması gerekir. Kendisi olamayan birisinin, elbette kendisine ait bir mekân olan yüreğini de koruması mümkün değildir. Fakir, güçsüz, hatta bilgisiz olsa da, ancak kendine üzgü bir anlayışı ve inancı olan, bu inanç ve anlayışını bütün benliğiyle koruyan/bütünleştiren/içselleştiren birisinin, yüreğine hiçbir gücün korku salması mümkün olmaz. Tarih buna şahitlik etmektedir. Bu zayıf ve güçsüz, ancak, kendisine güvenen insanların zaman içerisinde çok güçlü yapıların oluşmasına öncülük ettiği bilinmektedir.

Elbette korkunun toplumsal ve siyasal yansımalarının yanında bireysel yansımaları da vardır.

Kişi sevdiğini kaybetmekten korkar.

Makamını yani bulunduğu statüyü kaybetmekten korkar.

Aç kalmaktan, bir bela ile karşı karşıya kalmaktan ve özellikle de ölmekten korkar.

Ancak korkmak korkunun telafi edilmesi veya o korkuların başa gelmemesi için hiçbir katkı sağlamamakta tam aksine korkunun içimizde şizofren bir hal alıp korktuğumuzun başımıza gelmesinde önemli bir etkisi de olmaktadır. İnsanoğlunun bu konumunu iyi bilen Rabbimiz kullarını uyarmakta ve “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyler yapmayı emreder”(2/268) demektedir.

Aynı  şekilde tarihe yön veren onu şekillendiren toplumlar da korkuyu yenmiş toplumlardır. O toplumların fertleri korku ile değil, kendine güven ile beslenmişlerdir. Kendine güven bir toplumun gıdası olmaya devam ettiği sürece o toplumda korkunun egemen olması mümkün olmayacaktır. Güvenden rahatsızlık duyan akbabalar her zaman olacaktır.  Topluma korku salmak için çok çaba sarf edeceklerdir. Özellikle de insanları insanlarla korkutacaklardır ama kendini özgüven içinde gören ve kendisi olan bir toplumda bunların ayak oyunları her zaman geri tepecektir.

Bir toplumun korkuyu yenmesinin o toplumun maddi açıdan güçlü veya zayıf olmasıyla doğrudan bir ilgisi yoktur. Teknolojik ve askeri güç yönünden çok yetersiz olan birçok toplum sadece korkuyu yendiği için ayakta kalabilmektedir. Bütün teknolojik ve askeri gücüne rağmen korkunun pençesine düşmüş güçlü kabul edilen birçok toplum, tarihin çöplüğündeki yerini almıştır. Nice zayıf görünen topluluklar da öz güvenleri sayesinde kendilerinden kat ve kat güçlü toplulukları yenebilmişlerdir.

Korkuyu yenmenin, onu esir almanın belki birçok yolu vardır ama korkuyu yenmenin en kolay yolu her şeyin yaratıcısı ve sahibi olan Allah’a tevekkül etmek O’na sığınmaktır. Bütün güçlerin Onun gücü karşısında hiçbir anlam ifade etmeyeceğine inanıp O’na teslim olmaktır. “insanlar size karşı bir araya gelmiş, onlardan korkmalısınız” dediklerinde, bu onların imanını artırdı da şöyle-söylediler: “Allah bize yeter. Ne güzel Vekil’ dir O. “(3/173).

Allah bize yeter.” ifadesinin sosyal hayattaki karşılığının ne olduğunu bir başka yazıya bırakarak şunu söyleyebiliriz: Zalimlerin gücünün, Allah’ın/hakkın/haklı olmanın/adaletin gücü yanında bir şey ifade etmediğini, Allah’ın kendilerine yettiğini kabul ettikleri anda korku düzenlerinin buharlaşmaya başladığını göreceklerini söyleyebiliriz.

Sorun bu kabulün nasıl ve hangi Allah ile gerçekleşeceğidir. Sonuçta her toplumun Allah olarak gördüğü bir Tanrısı vardır. Ancak her Tanrı korku ile savaşmaz, bazı Tanrılar yalnızca korku ile beslenir. Kendileri korkunun kaynağı olurlar. Acaba bizim tanrımız hangisi?

Mehmet Yaşar Soyalan

Herkesin dini kendince


Herkes kendi alışkanlıklarını veya yaşayageldiklerini dinin vazgeçilmezleri olarak görüyor.


Önemsediklerini önemsemeyenleri, yaşadıklarını yaşamayanları, kendi dininin, dini geleneğinin dışında sayıyor. Kendi dinini, bilgi düzeyi ve ilgi alanıyla, hatta kişisel inançlarıyla sınırlamayarak, kendi algı ve tecrübesini dinin kendisi, yegane gerçeği olarak kabul ediyor.

Kendisi gibi düşünmeyenleri sadece kendi kişisel dininin değil, kişisel önyargıların ve tercihlerin çok üstünde olan islam dininin de düşmanı olarak gördüğünden ona karşı kendisini kilitliyor. Diliyle ikrar etmese de onu "düşman"ı olarak ötekileştiriyor. Düşmanı olarak gördüğünü önce kalbinden, sonra zihninden, daha sonra hayatından en sonunda da bütün dünyadan kovuyor.

Bu işin bir yönü.

Diğer bir yönü de çirkin ve itici takiyyecilik... Çevremize baktığımızda görüyoruz ki, (Bu çevreyi, sadece dar kendi özel çevremizle ve dünyamızla sınırlandırmaya gerek yok,  tv ekranlarıyla beynimizin içine kadar giren koca bir Dünya olarak da düşünebiliriz.) herkesin şaşmaz, tartışılmaz, konuşulamaz bir yolu, bir din algısı, dünya görüşü, felsefesi var. Ve insanlar sahip oldukları bu şeyler için çok peşin hükümlü ve tartışmaya kapalılar. Genellikle bu algılar kör bir atacılığın ürünü. Çağdaş görünümlü anlayışlarda bu önyargı ve tututculuğun daha keskin olduğunu söyleyebiliriz. Onlarınkı tam bir kör atacılık. Çağdaşı veya gelenekseli pek farketmiyor, hepsi hayat şartlarının dayatması karşısında hemen sırıtan bir takiyye içine giriveriyorlar.

Herkesin bu kör atacılık ve gelenek tutkusu, alışkanlıklarına inadına bağlı, ancak kendine bile güvenmeyen hali, gerçek yüzünü gizlemesi için iğreti duran yapmacık hoşgörü nöbetlerine tutulmasına ve çirkin bir takiyye içine girmesine neden oluyor. Hem bu hem bu iki yüzlü hali hem de nerede, ne zaman, kime isabet edeceği belli olmayan serseri kurşun hali bütün güven ve uzlaşma ortamlarının sabote edilmesini sağlıyor.

Tüm bu zoraki birliktekilerin, birbirinden daha çok nefret etme ve karşılıklı olarak düşmanlıkları arttırma dışında bir işlev görmediği yaşanılan tecrübelerden anlaşılıyor. Konuşan insanların aslında konuşmadıklarını, birbirine bakan insanların aslında birbirlerini görmediklerini görüyorsunuz.

Elbette böyle bir ortamda fikirlerin, kültürlerin, inanışların kaynaşması bir yana, konuşulup tartışılması bile söz konusu olamaz. Bütün muhatapların “düşman” kelimesi ile tanımlanmış olması, insanların, başka bir deyişle kültürlerin tanışmasını imkânsız kıldığından insan neslinin ortak paydası olabilecek yeni fikir ve anlayışların doğup gelişmesi de imkânsızlaşıyor.

Dargörüşlülük dargörüşlülüğü, tahammülsüzlük tahammülsüzlüğü, düşmanlık düşmanlığı besliyor. Hangi toplumda olursa olsun farklı düşünmek kelle koparan en riskli ve en tehlikeli bir suç haline geliyor.

Türkiye’deki çatışmaların, anlaşmazlıkların, aykırılıkların, mutlaka birçok nedeni vardır; ancak bu nedenler arasında, kişinin kendi kişisel inançlarını, yani önyargılarını, kendi yaşadıklarını ve alışkanlıklarını din sanmanın özel bir yeri olduğunu düşünüyorum. Özellikle de dar görüşlülüğün ve tahammülsüzlüğün ağırlaşmasında bu anlayış temel belirleyici olsa gerektir.

İnsanoğlu gerçi her zaman kendisini öne çıkarmış, kendi düşüncelerini önemsemiş, bunu zaman zaman kendisini tabulaştıracak kadar abartmış. Ancak hiçbir zaman bunu günümüzdeki kadar etkili evrensel ölçekte bir silah ve toplumu değiştirme ve dönüştürmede bir araç olarak kullanmamıştı. En önemlisi de kendi alışkanlıklarını veya tercihlerini evrensel bir yaşam biçimi yahut bir inanç olarak sunmada bu kadar başarılı olmamıştı. Üstelik bunu yaparken, bu alanda her şeyi mubah görmede bu kadar pervasızlaşmamıştı.

Bu gün hangi inançtan olursa olsunlar, insanlar kendi yaşam biçimlerini, olmazsa olmaz, özellikle de tenkit edilip karşı çıkılamaz bir din olarak algılıyorlar ve bir başkasına da öyle sunuyorlar. Bir tanışma bir tartışma, bir sorgulama ortamının oluşmasına kesinlikle müsaade etmiyorlar.

Böyle bir davranışın dini bozacağını toplumsal kargaşaya yol açacağını, fitneye neden olacağını ifade ediyorlar. “Tehlike”, “Fitne” sözcükleri temel belirleyici kavramlar olarak toplumsal hayata giriyor. Her şeyi, her kuralı, her anlayışı, dolayısıyla hayatı yeniden şekillendiriyorlar. Ve bu kelimeler “günah”,”suç” ve “yasak” kelimeleri için uygun zeminleri oluşturduktan sonra, “günah”, “suç” ve “yasak”a dönüşüyorlar.

Kısacası kendi yaşam biçimlerine “çağdaş yaşam” diyenlerden  “İslam” diyenlere kadar birçok anlayış ve inanç sahibi, dünyayı, kendisi gibi düşünmeyenlere, kendisi gibi yaşamayanlara dar etmek için elinden gelini yapıyor.

Bugün gerek Müslüman bireyler gerekse çağdaşıyla, klasiğiyle cemaatler incelendiğinde, insanların yetişme tarzlarının, alışkanlıklarının, geleneklerinin, hatta kişisel tercihlerinin bilinçli veya bilinçsiz bir dinsel kimlikle veya kılıfla sunulduğu görülecektir.

Her bireyin veya cemaatin gözünde bir gözlük vardır ve herkes o gözlükle bir başkasına bakmakta ve onu yargılamaktadır. Bir başkası da onu. Belki de insanlar aynı kelimeleri konuşarak, birbirlerini aynı şeylerin kâfiri ilan ediyorlar.

İslam algımız ne olmalı


Bizi Müslüman kılan ve müslüman olmadığını düşündüğümüz insanlardan ayıran temel özelliklerimiz nelerdir? Bu temel özelliklerimiz, şekilsel, fikirsel, eylemsel nitelikli olanlardan hangisini veya hangilerini içeriyor? Bizi müslüman kılan bu davranış ve anlayışlarımızın, İslam olduğuna dair, algımızın kaynağı nedir?
Kaçımız, kendimize, inancımızın kaynağı ile ilgili sorular soruyoruz? Ve bu sorularımızı neye, nereye, kime soruyoruz? Refarans kaynağımızın konumu ve niteliği ne? 
Nerede ve nasıl bir konumda olduğumuzu görmek açısından bu sorular çok önemli. Ancak üzülerek söylemek gerekir ki, şu kadar milyar Müslüman içerisinde bu tür sorular soranların çok çok az olduğu gerçeği bir tarafa, bizde genel anlamda bir soru sorma ve sorgulama zaafiyeti söz konusu olduğu, bizim acı bir gerçeğimiz. Hatta bunun da ötesinde genel bir soru sorma ve sorgulamadan rahatsız olma ve böyle bir eylemi hoş görmeme tavrı var ki, bu daha da vahim bir durum. Üstelik bu görüntü geleneğimizde ve halihazır halimizde egemen ve başat bir tavır. Öyle ki, bu tavrın ideolojik ve siyasi kodları İslamın ilk yüzyıllarına kadar gidiyor.
İşte bu gerçeklik ve tarihi arkaplandan dolayı, yazımızın başındaki soru daha bir anlam  ve önem kazanmaktadır? Soruyu ve kime, neye sorulduğunu önemsemekle birlikte bu gelenek içerisinde soru soruyor hale gelebilmiş olmayı bile önemli bir aşama olarak görmek isterdim. Maalesef bugün için böyle bir aşamada olduğumuzu söyleyebilecek konumda değiliz. Ancak sadece geçmişe oranla göreceli bir gelişimden sözedebiliriz. Bu yazıyı okuyor olmanız bile bu mütevazi gelişimin delili sayılabilir veya kendimizi nasıl kandırdığımızın bir göstergesi.
"Bilmediğin şeyin ardına düşme; çünkü, işitme duyusu, görme duyusu ve kalp, bunların hepsi bundan sorguya çekilecektir!" (17/36) diyen bir kitabın kaynaklık ettiği dine bağlı olduğumuzu iddia etmemize rağmen, bu durumda olmamız, yani, bulunduğumuz konumla ilgili herhangi bir sorgulama ve doğrulama gereği duymamış ve duymuyor olmamız, konunun en trajikomik yanı olsa gerektir. Bu durum aynı zamanda inancımızın kaynağı ile olan yakınlığımızın hangi boyutta olduğunun da önemli bir göstergesi sayılabilir.

Soru soramıyor olmak, aynaya bakamıyor olmak gibi bir şey...  Nasıl ki, aynaya bakmayan/bakamayan birisi, kendi görüntüsü hakkında sağlıklı bir fikir sahibi olamazsa, bir sanıdan ibaret olan, kendisinin "yakışıklı veya güzel olduğu" fikrinin gerçekte bir kiymeti harbiyesi yok ve sosyal hayatta bir karşılığı bulunmuyorsa, bir noktadan sonra istese de kendisini kandıramıyor ve ister istemez başkalarının kanatine razı olmak zorunda kalıyorsa, sorgulaması yapılmamış, aynada bir yansımasını göremediğimiz, algı ve inançlarımız için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Aslında bu halimizle, sadece kendimizi kandırmanın ve kof bir böbürlenmenin ötesinde bir şey yapmış olmayız. Gzümüzü kapasak, kulaklarımızı tıkasak, aklımızı tamamen devredışı bıraksak da başkaları bize bizi tanıtmaya devam eder. Kabul etmesek de biz de, onların bizi tanımlamalarıyla kendimizi tanımlarız. Bu tanımlar, düşünce ve eylem olarak bir şekilde ortaya çıkar. Bugün yaşananlar bundan farklı bir şey mi?
Neye, nasıl, ne şekilde, ne kadar inandığımızın bir anlamı ve karşılığı olabilmesi için "inandığımız" dediğimiz şey hakkında bazı sorular sorabilmemiz, algı ve anlayışımızı kendi imkanlarımız ölçüsünde bir gerçeklik ve doğruluk testine tabi tutmamız gerekir. Bulunduğumuz noktadan, sorgusuz sualsiz bir şekilde emin olmak bir istiğna ve kendini yeterli görme hali olduğu gibi bu tavır büyük bir cehaletin ve bilgisizliğin de göstergesi sayılır.
Sorular, yeni soruları ortaya çıkardıkça soruların kıymeti artar. Çünkü her soru beraberinde en az bir cevabı gerekli kılar. O soruya bir cevap veriyor olmak yeni bir sorunun da kapısını açar. Normal şartlarda her soru için meşhur: "kim", "ne" "nerede", "nasıl". "niçin/neden" "ne zaman" soruları sorulsa, hem soruların hem de bu sorulara verilen cevapların sayısı artar ve bu sayede sorgulanan şeyin daha net bir şekilde ortaya konduğu görülür. Bu nedenle ilk soru önemli olmakla birlikte, bu sorunun arkası gelmezse, bu soru, son soru olma dışında fazla bir anlam ifade etmez.
İlk sorunun, son soru olması şuna benzer: Kişi, kendi kendine veya birisi kendisine "inandığın şey ne kadar doğru?" diye bir soru sorsa ve o da, bu soruyu; "Benim içinde bulunduğum yapı, grup, cemaat, part vs çok sağlam, çok dürüst, çok vefalı bir grup. Liderimiz de öyle. Aynı zaman da o, çok alim birisi. Bu nedenle burada bir yanlış olmaz." diye  cevap verse ve bu cevapla yetinse, başka bir soruya imkan tanınmasa işte bu, bir son soru örneği olur. Aynı zamanda bu toplumsal istiğnanının da ilginç bir örneği sayılır.
Muarızlarına, "getirebiliyorsanız, daha iyisini getirin!" diyebilen ve sorgulanmaktan rahatsız olmayan, aksine meydan okuyan bir metnin bağlıları olarak bizlerin, inancımız hakkında soru sormaktan korkar halde bulunmamız veya soruları gereksiz görmemiz neyle ve nasıl izah edilebilir?
Dikkat ettiyseniz henüz inanç ve algılarımızın kaynağı nedir, böyle olduğunu nerden biliyorsunuz, bunun böyle olduğunu, kimden, nasıl ve ne şekilde çek/teyit ettiniz? gibi sorulara gelmedik.
Evet, İslam algımız ne kadar islami? .

Kurana göre Sevgi ile Aşk


Sevgi ile aşk arasındaki en belirgin ve temel fark; aşkın, daima sahip olmak ve sahip olunmak, sevginin ise anlamak ve paylaşmak üzerine kurulmuş ve kurgulanmış olmasıdır. Bu nedenle aşk tutkuyu, dolayısıyla tutsaklığı, sevgi ise merhameti, paylaşmayı, sorumluluğu, dolayısıyla ahlak ve var olmayı temsil eder. Ahlak ve var olma bir araya geldiğinde özgürlük tezahür eder.  Bunun için sevgi, bir duygu olmanın ötesinde bir  özgürleşme/özgürleştirme halidir. Ahlak ve özgürlük birbirinin varlık sebebidir. Biri olmadan diğeri olmaz. Olsa da varlığını devam ettiremez.

Aşkta almak, sevgide vermek esastır. Aşk, görünüşü ve gücü; sevgi, emek ve sorumluluğu önemser. Şöyle de denebilir; aşk, aşıktan sorgusuz süalsiz bir bağlanmayı, sevgi ise sevenden, sevdiğine kol kanat germesini ister veya bekler. Birincisi benmerkezci (çıkar/sahiplenme esastır), ikincisi ise bizmerkezcidir (ilke ve birliktelik/hayat esastır). Dolayısıyla ilki hayatı zorlaştırır; çünkü özünde zorlama ve kıskançlık vardır, sonraki hayatı kolaylaştırır; çünkü doğal olana yönelir.

Aşk, mutlak anlamda sahip olmayı, sevgi ise karşılık beklemeksizin hak edene vermeyi amaçlar. Aşk, zulme dönüşebilir, sevgi her zaman selam ve barış hudutları içerisinde kalır. Bu hudutların dışına çıkıldığında sevgi, sevgi olmaktan çıkar, başka bir şeye dönüşür. Aşk teslim alır veya teslim olur. Ya kendisi ötekileşir, ya da Muhatabı kendileşir. Sevgi, sürekli barıştır; onun lügatında "öteki" olmadığı gibi "galip" ve "mağlup" da yoktur.
Bu nedenle Kur`an, aşkı konu edinmemiştir, aşktan söz etmez. Ancak sevgi O`nda her sözün başıdır; "Rahman rahim Allah adına" diye başlar. Sadece bu değil, bir konu olarak da sevgi onda önemli bir yer tutar. Sevgi Kur`an`ın nazarında soyut olmaktan çok somut bir olgudur. Başka bir deyişle Kur`an, sevgiyi  kalpten hayata indirmiş, böylece onu anlaşılır ve yaşanılır kılmıştır. Veya sevginin genellikle çift taraflı olduğunu, kalpten kalbe yol/yollar döşediğini hatırlatmaya çalışır. Unutmuş olanlara, sevginin böyle bir işlevi, böyle olduğunu, görecek gözleri olanlara örnekler vererek gösterir. İşitecek kulakları olanlara da, "Sevmek önemli bir erdemdir" ama "sevilmeyi de hak etmek gerekir" der, demek ister. Bazı şeyler yaşandıkça/paylaşıldıkça büyür. Sevgi de böyledir.

"Hak etmek" sevgide en temel önceliktir. Bunun için olsa gerek Kur`an, "Allah .....sevmez" diyerek, sevginin rastgele dağıtılacak bir erdem olmadığını anlatmaya çalışır. Mesala, zalimlerin, saldırganların (mu`ted), müfsitlerin, nankörlerin, müsriflerin, müstekbirlerin, hainlerin, kendini beğenmişlerin, ... yani özellikle bir başkasına haksızlık yapanların sevilmeyi hak etmediğini anlatmaya çalışır. Topluma karşı suç işleyen kişilere sevgi gösterilerek, kötülüğün meşrulaştırılmasını istemez. Ancak, kötülüğün yok edilebilmesi için de, kötülük yapana yaptığının kötülük olduğunu ve bundan vaz geçmesini anlatmak gerektiğini, bu nedenle onlarla diyalog içinde olunmasını da önemser.

Aynı şekilde Kur`an, "Allah, şunu, şunları sever" diyerek neyin ve kimlerin sevilebileceğini, bu sevmenin boyutları ve prensipleri konusunda düşüncelerini de ortaya koyar. Sevginin platonik bir olgu değil, hayatı anlamlandıran ve onu yaşanılır kılan pratik ve sosyal bir olgu olduğunun altını çizer. Sevginin adalet ve makulat çizgisinin dışına çıkmasını sevginin istismarı olarak algılar. Bu nedenle aşırı mal veya dünyalık sevgisini hoş karşılamaz. Dolayısıyla sevginin, seveni tutsak almasından razı olmaz. Sevginin öldürücü değil sağaltıcı bir olgu olduğunu söyler ve onun öldüren, yok eden, kirleten bir nesneye dönüştürülmesine karşı çıkar.

Sevgi üretken ve doğurgandır. Yalnızlaşmayı değil çoğalmayı sembolize eder. "Hubb"/sevgi ve "habbe"/dane-tohum kelimelerinin aynı kökten olması tesadüf değildir. Nasıl ki, dane ve tohum, maddenin var olmasının ve çoğalmasının kaynağını oluşturuyorsa, sevgi de bir var olmayı ve çoğalmayı ifade eder. Aşk ise ifratı, taşkınlığı, dolayısıyla yok olmayı/yok etmeyi... Öyle ki aşkta birisi var olurken ötekisi yok olur. Veya ikisi birlikte yok olur veya başkalaşır. Sevgide ise bütün taraflar birlikte var olup çoğalırlar.

Yani sevgi sağaltan ve çoğaltan bir şey. Alındığında, paylaşıldığında azalmayan aksine çoğalan ve çoğaltan bir şey. Sevgi, zulme ve haksızlığa meydan vermediği gibi hak, hukuk, barış ve adaletin kalıcı olmasının da teminatıdır. Toplumsal anlamda böyle olduğu gibi bireysel ilişkilerde de böyledir. Öncelikle seven kişi haddini ve sınırlarını bilir, bunu bildiği içindir ki ne kendisine ne de karşısındakine zarar verir.

Sevgi sadece ölü ruhları değil, ölmüş toprakları da diriltir. Hayata anlam ve amaç katar. Yani sevgi, bir nevi hür ve sorumlu olma duygusu; sevmek ise hür ve sorumlu olma halidir. "Allah sevgisi"veya "Allah`ı sevmek" dediğimiz şey de, bir varlık olarak onu sevmekten çok (hatta değil) yarattıklarına onun istediği şekilde davranabilme, yakınlaşabilme ve bunu canı gönülden yapabilme halidir.

Kısacası, aşk kölelilikte yok olmanın, sevgi ise özgürlükte var olmanın hikayesini anlatır. Ve denilir ki herkesin bu minvalde anlatılacak bir hikayesi vardır.

Kuran için Algı Sorunu


Somut/zahiri algılama ve düşünme biçimi Müslümanların yaşadığı her coğrafya ve dönemde sorun olagelmiştir. Sadece sorun olmakla kalmamış, tüm Müslüman algıyı etkileyip yönlendirmiştir. Aynı zamanda Kur`an`ın doğru anlaşılmasının önünde ciddi engeller de oluşturmuştur. Hem varlığı ile sorun olmuş, hem de yeni sorunlar oluşturarak kültürel ve inanç kodlarımızda önemli hasarlar meydana getirmiştir.

Dolayısıyla bu algılama biçimi sadece günümüze ait bir olgu değil, tüm çağlarda hep var olagelen göçebe ve dağ yaşantısının bir yansımasıdır. Bu açıdan, somutlaştırarak anlama geleneği, geleneğimiz ve tarihimiz içinde önemli bir ağırlığa sahip olmuştur. Tahribat açısından da Yahudilikten sonra, olumsuz etkilerini en çok biz hissetmiş, maalesef en ağır zayiatı da biz Müslümanlar almışız. Bu tahribatlarla elbette sadece bugün karşılaşıyor değiliz. Bu algılama biçimi müslüman gelenek içinde de ilk yıllardan bu yana varolagelmiş, konu ile ilgili tartışmalar Son nebi döneminde bile yaşanmış ve bunlardan bazılarının yansıması Kur`an`da da kendisine yer bulmuştur.

Gerçi bu algılama biçimi, Kur`an`da eleştiri konusu yapılmıştır ama (sahurla ilgili beyaz iplik-siyah iplik ve bedevilerin bazı tavır, söz ve davranışları gibi), bu eleştirile sonraki kuşaklar açısından fazla bir anlam ifade etmemiş, bunlardan gerekli dersler çıkarılmamış, üstelik kırk-elli sene gibi çok kısa bir zaman sonra bu algılama biçimi Müslüman coğrafyanın en başat algısı haline gelmiştir.

Bu algılama biçiminin geleneksel anlayışımızdaki en belirgin göstegesi, somut Allah algılamasıdır. Somut Allah algılaması, ahirette Allah`ın, Müslümanlar tarafından açık gözle, açıkça görüleceği şeklinde bir inanç ilkesi haline dönüşmüştür. Nasıl ki, Hıristiyanlar İznik Konsülü kararları gereği, Teslis Akidesini kabul etmeyenleri aforoz ederek (kafir ilan ederek) din dışına çıkarmışlarsa, Sünniliğin özünü oluşturan Ehli Sünnet-Hadis çizgisindeki ülemalar da Allah`ın cemalinin görülemeyeceğini söyleyenleri kafir ilan etmişlerdir.

Bu iddiaların önemli gerekçelerinden biri de Kur`an`daki "vechüllah" ve "vechurabb" kullanımları olmuştur. Bu ifadeler, pekçok, müfessir, fakih, hadisçi ve kelamcı ülema tarafından maddi anlamda bir yüz, yani sınırları çizilmiş, madileştirilmiş bir Allah`ın maddi yüzü olarak olarak algılanmış, kitaplarına ve fetvalarına da bu şekilde yansımıştır. Aynı şekilde bu "vechüllah" ve "vechurabb" ifadeleri, Yüce yaratıcıya olan aşkın referans kaynağını da oluşturmuştur. "İlahi Aşk" dediğimiz şey de son noktada "O`nun cemalini görmek", gördüğü şey ile "aynileşmek" veya onda "kaybolmak".olarak ifade edilegelmiştir.

Görüldüğü gibi burada birçok problem içiçe girmiş durumdadır. Arka arkaya pekçok hata yapılmaktadır. Allah`a şekil ve cisim isnat edilerek (Subhanallah) O`nun maddeleştirilmesini mi, "ilahi aşk" denilerek, Allah`ın arzu edilecek bir nesneye dönüştürülmesini mi, "vechüllah" ve "vechurabb" ifadelerine bağlamları dışında ifadeye yanlış anlamlar verilmesini mi? Hangisini sayalım?

Bilindiği gibi "vech" kelimesi somut anlamıyla, insanın en veya bir canlının en belirgin ve onu en iyi tanımlayan yeri olan, yüz, surat anlamında kullanıldığı, soyut anlamda yön, amaç, hedef, ilke, kural, prensip anlamında da kullanılmaktadır. Kur`andaki kullanımı açısından insanla ilişkili olarak hem somut hem de soyut anlamlarda kullanılırken, bağlamlarından net bir şekilde anlaşıldığı gibi Allah ile ilgili tüm kullanımlarında ise soyut anlamıyla yani, yön, hedef, ilke anlamında kullanılmaktadır.

Örneğin Bakara suresi 112. Ayette "vech" kelimesi "öz", "benlik", "gaye" anlamlarında kullanılmakta ve şöyle denilmektedir:

"Evet, gerçekten her kim tüm benliğini (vechehu) Allah`a teslim eder ve iyilik yapanlardan olursa, Rabbi katında mükafatını görecektir, ve böyleleri ne korkacak, ne de üzülecekler."

Aynı şekilde Bakara suresi 115. Ayette de "vech" kelimesi "yön" "rıza","ilke" anlamlarında kullanılmakadır.

"Doğu da Batı da Allah`ındır: Nereye dönerseniz dönün Allah`ın yönü/egemenliği (vech) orasıdır. Unutmayın ki, Allah rahmet ve kudretinde sınırsızdır, her şeyi bilendir ".

Yine Rahman Suresi 27.ayette:" ...Ama kudret ve ihtişam sahibi olan Rabbinizin Zatı/varlığı/yönü/iradesi/ilkeleri sonsuza dek kalıcıdır ".

Ve Rum suresi 38.ayette
"Öyleyse yakınlarınıza, muhtaçlara ve yolculara haklarını verin; bu, Allah`ın rızasını (vech) kazanmak isteyenler için en doğrusudur: çünkü, mutluluğa erecekler onlardır! "

Kur`an da bu minvalde pek çok ayet bulunmakta ve "vech" kelimesi hepsinde de yukarıda işaret ettiğimiz soyut anlamlarıyla kullanılmaktadır. Ancak somut/zahiri algılamanın bir yansıması olarak bu ayetlerdeki "vech" kelimesi, pek çok tefsir ve mealde somut anlamıyla "yüz" yani "Allah`ın yüzü" anlamında Türkçeye çevirilmiş, pek çok Arapça tefsirde de bu anlamda kullanılmıştır. Oysa bağlamı göz önünde bulunduran müfessir ve mütercimler kelimeyi soyut anlamıyla aktarmışlardır.

Allah bizim dünyamıza güç ve iradesiyle, ilmiyle koyduğu ilke ve hedeflerle, yönlendirmesi ve teveccühleri ile yansımakta biz de onu öyle tanımaktayız. Çünkü Onun nasıllığı bizim muhayyilemizin ve kudretimizin çok üstünde ve ötesindedir. Çünkü O, biz onu neye benzetirsek, o değildir (42/11).

Biz, ona ancak saygı duyar, nimetleri için şükreder, gücü ve iradesi karşısında rahmetine sığınırız. Aşkı ilan ederek ona sahip olmamız, bizim hem haddimiz değildir, hem varlık/yaratılmış olmamamız buna izin vermez, hem de sorumluluk alanımız böyle bir şeyi imkansız kılar. İnsan haddini bilmelidir.

İnsanoğlunun Değer Kavramlar


Hayat zıtlıklar üzerinde yürüyor, algılar zıt kavramlar üzerinden oluşuyor. Zıtlıklar üzerindeki bu gel-gitlerin toplamı aslında hayat ve algı diye tanımlanıyor. İyi-kötü, hayır-şer, günah-sevap, doğru-yanlış, güzel-çirkin, hak-batıl vs. gibi...

Bunlar insanoğlunun değer kavramlarıdır. Bu kelimelerle hayatını hem yönlendirir ve tanımlar hem de anlamlandırır ve canlandırır. Bu kelime ve kavramların her biri bir yönü gösterir ve o yön, ancak onun tersi görüldüğünde kavranır. Yani insan hangi yönde olduğunu, o yönün nereye gittiğini ve ne işe yaradığını tersini gördüğünde ancak gereği gibi kavrar.

İyi, tek başına iyi değildir. Doğru, hayr, sevap da öyle... İyinin iyi olduğu, kötünün kötülüğü sayesinde anlaşılır. Kötülük tanınmadan, iyinin tanınması ve onun ne olduğu, ne getirip ne götürdüğü, neyi alıp neyi dışarıda bıraktığı hakkında tam bir karar verilemez. Kötü ve iyi ikisi de birlike var olsa da, kötü, şer ve günah ortaya çıkmadan,  iyi, güzel ve hayrın varlığı fark edilemez. Yani iyi dediğimiz şey, aslında görünür olmasını, bir anlamda varlığını kötüye borçludur.

Çok açıktır ki, günah dediğimiz şey o kadar da gereksiz ve anlamsız değil. Günah, yani kötü, yani şer, tıpkı iyi ve hayr gibi hayatın tali değil asli bir unsurudur. Aslında günahsız bir dünya özlemi, insansız bir dünya özlemi gibidir. Bu aynı zamanda iyiliksiz/hasenatsız bir hayat anlamına da gelir ki bu da yaşamın anlamsızlığı, hatta gereksizliği, dolayısıyla imkansızlığı anlamına gelir.

Günahsız bir hayat, cenneti bu dünyaya; sevaplardan/iyiliklerden yoksun bir hayat ise cehennemi bu dünyaya taşımak anlamına gelir. O zaman cennette olan, niçin cennette olduğunu; cehennemde olan niçin cehennemde olduğunu bilmez. Dünya anlamsızlaşır, nimetler kiymetsizleşir, hayat tekdüze haline gelir, kısacası insan olmanın aslı sebebi ortadan kalkar. Çünkü insan olmak, yüzünü bir iyilik, bir kölük yönüne dönüp, sonra kendi yönünü belirleyen imtihani varlık demektir. Bu imtihani varlık, kötülük olmasa, kötülüğü tanımasa, hatta onu tatmasa/yaşamasa iyiliğe nasıl dönecek, iyiliğin ne olduğunu nasıl kavrayacak veya kavratacaktır?

İyiliğin anlamı ve kiymeti, günahın varlığında saklıdır. Bu da hayat dediğimiz şey değil midir aslında. Hayat dediğimiz şey de bizim içimizde/zihnimizde kurgulayıp, sonra pratiğe koyduğumuz davranışlar dizgesi değil midir? Yani esas olan, yani sen, ben ve biz, iyilik ve kötülükle iç içe yaşarkan, bir yanımız bizi iyiliğe, öbür yanımız kötülüğe çekerken, günah olana bir göz atıp, içine dalmadan, şöyle köşesinden bir dokunup, yakıcılığını hissederek iyiliğe yönelip orada demir atmak değil midir? Günahın nasıl bir şey olduğunu bilmeyen içindeki şeytanı nasıl susturacaktır? Onun iğvsınadan kendisini nasıl koruyacaktır?

Cennet gibi yaşamdan çıkma pahasına da olsa, kötülüğü, çirkinliği görmeden, hissetmeden yanlış davranışın korkunçluğunu nasıl farkedecktir.  Günahın ne menem bir şey olduğunu bilmeyen, günaha dalmış insan kardeşini oradan çıkarmanın/ kurtarmanın ne kadar anlamlı ve gerekli bir şey olduğuna başta kendini sonra kendisi gibileri nasıl ikna edecektir?

Günahın nasıl bir şey olduğunu bilmeyenler, insan kardeşlerini günahın girdabına itmek ve cehennemin ortasına atmak için; günahın ne menem şey olduğunu, onun insanın nasıl gözünü kör, kulağını sağır, aklını devredışı bırakıp, yüreğini duyarsız kılan cesetlere çevirdiğini bilenler ise, insan kardeşlerini o ateşten kurtarıp cennete ulaştırmak için uğraşırlar.

Kötülüğün girdabında yüzenler, herkesin o girdaba kapılması için var güçleri ile çalışırken, o girdabın dışında melekler aleminde yaşayanlar, şeytani bir kıskançlıkla bulundukları mekanı kimse ile paylaşmak istemezler. Günahın faziletinden yoksunluk onları başka bir günahın içinde kaybolmalarına neden olabilir.

Günah dediğimiz şey kötü olana yönelip, onu yaşamaksa, iyilik/sevap dediğimiz şey de kötülükten uzaklaşarak güzel ve iyi olanı yapmak demektir. Günahın acısıyla yüreğini, şehvetin ateşi ile bedenini yakmayan birisi, kendisin iyiliğin limanında, sükunetin dinginliğine nasıl ikna edecek, zihninden fışkıran şüphe volkanını nasıl söndürecektir? Günah dediğimiz şey, şeytan dediğimiz şeyse, bu sonuçta insan dediğimiz şey değil midir? İnsan dediğimiz şey de bir anlamda dünya, bir anlamda evren, ama gerçek anlamda iyilik ve kötülük demek değil midir?

Ey kötü, ey günah dediğimiz şey, sizler tıpkı doğru ve iyilikler gibi hayat okyanusunda veya çölde başı boş dolaşan insan için, onun elindeki pusula veye gökte çakılı duran yıldız gibisin. Sana sırtımı dönerek doğruyu buluyorum. Sadece doğruyu bulmuyorum, daha önemlisi doğruya ikna oluyorum.

Ey kötülük sen de benim hızım ve nefesimsin.

 İyinin savunucusu olan ben, sen hızlandıkça, ben daha fazla hızlanıyor daha fazla hırslanıyorum.

Ey günah, iyi ki varsın... İyi ki, yaratan seni yaratmış...

Kuran ile nasıl bir ilişki içindeyiz?

Kur`an bizim için ne ifade ediyor?

 Onunla nasıl bir ilişki içindeyiz?

Anlam dünyamızda ve hayatımızda neye karşılık geliyor?

Davranışlarımızı ve düşünce kalıplarımızı o mu belirliyor?

Yani, Kur`an`ın içinden mi konuşuyoruz?

 Hayata onun pencerelerinden mi bakıyoruz?

Yoksa Kur`anın dışında bir yerde duruyoruz da onu, yaptılarımızı meşrulaştıracak bir kutsal araç veya kendimizi kutsama vesilesi olarak mı görüyoruz?

Akidemizin, inanç, ilke ve prensiplerimizin kaynağı Kur`an`a mı dayanıyor?

Evimizde ve çalışma hayatında onun koyduğu temel ilkeler çerçevesinde mi hareket ediyoruz?

Çevremizle ilişkilerimizi, gündelik hayatımızı, ahlak anlayışımızı, mezhep ve peygamberlik algımızı, ilme, sanata, eğitime, siyasete, ekonomiye, teknolojiye, şehirleşmeye, göçebeliğe vs. bakışımızı Kur`an mı belirliyor?

Kur`an dediğimizde ne anlıyoruz?

 Onun nasıl bir metin olduğu konusunda bir fikrimiz var mı?

Ona yaklaşma biçimimiz nasıl?

Bizim için ne kadar kutsal veya onun kutsallığını neyinde ve nerede görüyoruz?

Onu dinlemekten mi okumaktan mı daha çok hoşlanıyoruz?

Kur`an okumak deyince ne anlıyoruz?  

Metninden mi mealinden mi okuyoruz?

Kur`an`ın metninden/yüzünden tecvid kurallarına göre okuduğunuz da mı, Mealini okuduğumuz da mı daha çok huşu duyuyoruz?

Herhangi bir mealden, baştan sona kaçkez Kur`an meali okuduk?

Onu okurken herhangi bir yöntem ve metodoloji takip ettik mi?

Okuduğumuz bütün bölümleri anladık mı?

Anladıysak mevcut kabul ve anlayışlarla, anladıklarımız arasında herhangi bir fark gördük mü?

 Eğer bazı farklar gördüysek, bu farklılıklar bizi farklı bir davranışa sevketti mi?

 Ettiyse çevremizden nasıl bir tepki aldık ve bu tepki bizi nasıl etkiledi?

Anlamadığımız bölümlerle ilgili olarak nasıl bir yol izledik?

O bölüm ve konuyu öyle anlamadan mı bıraktık yoksa başka kitaplara veya bizden daha bilgili olduğuna inandığımız kişilere sorarak öğrenmeye mi çalıştık?

Kur`an ve mealleri aynı şey olarak mı görüyoruz?

 Mealin metnine, mütercimin herhangi bir dahlinin olduğunu, manasında herhangi bir eksiltme ve arttırmada bulunabileceğini düşünüyor muyuz?

 Mütercimin dahlinin olmayacağı bir meal yapmak mümkün müdür?

Meal okurken, okumadan önce sahip olduğumuz algı ve anlayışlarımızı nereye koyuyoruz?

Bir yere koyamayacağımıza, onları kovamayacağımıza, yok sayamayacağımıza göre daha önceden sahip olduklarımız, bildiklerimiz, okuyacaklarımızı, yeni öğreneceklerimizi belirlemeyecek, en azından yönlendirmeyecek midir?

Bu durumda meal okumamız bize ne sağlayacaktır? (bu durum elbette her tür metni okuma için de sözkonusudur.)

Bir müslüman olarak anlayış, inanç, düşünce ve pratiklerimizi doğrudan Kur`andan çıkarmıyorsak, bunu kendimize nasıl izah ediyoruz?

Başka araçlar kullanarak, örneğin geçmiş ve günümüzde yaşayan kişilerin çalışmalarından veya birebir hocaefendilerden alıyorsak, aldıklarımızın Kur`an`ın emirlerinin birebir yansımaları olduğunu nereden biliyoruz veya kendimize böyle bir soru soruyor muyuz?

Yok eğer her şeyi kendimiz Kur`an`dan veya mealinden çıkarıyorsak bunu hangi kural, yöntem ve metodolojiye göre yapıyoruz?

Mealden okuduklarımız inançlarımız ve amellerimiz mi oluyor?

Meali yapanın ve bizim algımızın zihnimizi yönlendirmediğinden nasıl emin olabiliyoruz?

Üstelik binbeşyüz yıl öncesinin kelimeleriyle o dönemin coğrafyasına ve sosyo-kültürel ortamına inmiş bir metni, bugünün kelimeleriyle bugünün coğrafyasında ve sosyo-kültürel ortamında nasıl yeniden inşa edeceğiz?

Öğrendiklerimizi ister doğrudan meallerden veya Kur`an metninden, isterse kişi ve kurumlardan öğrenelim, öğrendiğimiz şey ne kadar Kur`an olacaktır?

Kur`an`ın binbeşyüz yıl öncesinin Mekke`sine, o yörenin diliyle gelen sözel bir metin olduğunu ve bugünde müslümanlar olarak ona uyup uymayacağımızdan sorumlu olduğumuzu bilerek; Kur`an, bizim için ne ifade ediyor sorusunu yeniden soralım ve yukarıdaki soruların cevaplarını beynimizi ve yüreklerimizi de yokladıktan sonra sahici olarak verelim.

Yoksa biz kendimizi mi aldatıyoruz?