Bu Blogda Ara

21 Haziran 2012 Perşembe

YASAK MEYVE ? 🍎

 🍎 YASAK MEYVE ?




Kuranda Geçen KIRAAT, TİLAVET, TERTİL 📑

📑 Kur'an'da Geçen KIRAAT, TİLAVET, TERTİL


Kur'an'da Geçen “Kıraat”, “Tilavet” ve “Tertil” Kelimelerinin Anlamı

Türkçede "okumak" kelimesi, genellikle yazılı bir metnin gözden geçirilmesi anlamında kullanılır. Ancak Kur'an'da geçen üç kelime - “kıraat” (qarae), “tilavet” (televe), ve “tertil” (retele) - farklı anlamlar taşır ve bu kelimelere Türkçede yalnızca "okumak" denmesi, anlam daralmasına yol açmaktadır. Özellikle Araf Suresi'nin 204. ayetinde, bu kelimelerin anlamları üzerinde düşünmek önemlidir.

Araf, 7/204:
"Kur'an okunduğu zaman, O'nu can kulağıyla dinleyin ve sesinizi kesin ki, size merhamet edilsin." Bu ayet geleneksel bir şekilde, Kur'an’ın yüzünden okunmasını ifade etmek için anlaşılmaktadır. Ancak bu, ayetin gerçek anlamını daraltmakta ve okuyucuyu sadece sessizce dinlemeye yönlendirmektedir. Gerçek anlam, Kur'an'ı söyleyenin, anlatanın veya tebliğ edenin sözüne can kulağıyla kulak vermek, anlamak ve hayatımıza geçirmektir.

Alak, 96/1-3:
"Oku, yaratan Rabbinin adıyla. İnsanı alaktan yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir."
Bu ayetler, "oku" kelimesinin yazılı bir metni okumak anlamında değil, daha geniş bir anlamda, "duyur", "iletişim kur", "anlat" anlamında kullanıldığını gösterir. "İqra" kelimesi, yalnızca yazılı bir şeyin okunmasından ziyade, bir şeyi dikkatle dinlemek, araştırmak, anlamak ve başkalarına duyurmaktır.

Kur'an’ın yazılı bir metin olarak okunmasının, anlamını bilmeden yapılması, zaman içinde egemenlerin etkisiyle oluşan bir gelenek olmuştur. Ancak asıl maksat, anlamını bilerek okumak ve Kur'an’ın hükümlerini hem bireysel hem toplumsal hayatta uygulamaktır.

Farklı Kelimeler, Farklı Anlamlar:

Kur'an’da geçen "kıraat", "tilavet" ve "tertil" kelimeleri farklı anlamlar taşır. Bu anlamları doğru bir şekilde anlamak, Kur'an’ı daha derinlemesine kavrayabilmek için oldukça önemlidir:

  1. Kıraat (qarae):
    Genellikle “okumak” olarak çevrilen bu kelime, sadece bir metni okumak değil, aynı zamanda metni anlamak, incelemek, araştırmak ve ona kulak vermek anlamına gelir. Örneğin, Araf Suresi’nde geçen kıraat, sesli okumak değil, dikkatle dinlemek ve anlamaktır.

  2. Tilavet (televe):
    Bu kelime, yazılı bir metni okumak anlamına gelir. Ancak daha derin bir anlam taşıyan "tilavet", bir şeyin doğru bir şekilde duyurulması, iletilmesi ve doğru şekilde seslendirilmesidir.

  3. Tertil (retele):
    Tertil, bir şeyin doğru ve düzgün bir şekilde sırasıyla düzenlenmesi anlamına gelir. Bu kelime, bir nesnenin parçalarının düzgün bir şekilde birleştirilmesi, cümlelerin doğru şekilde telaffuz edilmesi gibi anlamlar taşır. Ayrıca, "tertil" kelimesi, Kur'an'ın tedvinini, yani ayetlerin düzenlenip kitap haline getirilmesini de çağrıştırmaktadır.

Furkan, 25/32:
“Kâfirler, Kur'an bir defada toptan indirilseydi ya, diyorlar. Oysa Biz onu böyle belli bir düzende, parça parça indiriyoruz ki, kalbine iyice yerleşsin.” Bu ayetteki "tertil", Kur'an’ın düzenli bir şekilde parçalara ayrılarak indirildiğini ve kalplere yerleşmesini sağlamak için bir düzen içinde aktarılması gerektiğini ifade eder.

Alak, 96/1-8:
“İqra, yaratan Rabbinin adıyla… Kalemle iyice öğretti. İnsana bilmediğini öğretti…” Bu ayetlerde yer alan "iqra" kelimesi, insanın yaratılışı ve bilgi edinmesi sürecini anlatırken, aynı zamanda insanın "kendini müstağni görmemesi" gerektiğini vurgular. Yani, insanın kendi bildiklerini yeterli görmesi, onun azgınlaşmasına yol açar. Bu bağlamda, Kur'an'ı doğru okumak ve anlamak, insanın hem bireysel hem de toplumsal yaşamında doğru yolu bulmasına yardımcı olur.

Sonuç:

Kur'an’ın okunması sadece bir metnin yüzeyine bakmak değildir. O'nu doğru bir şekilde anlamak, dinlemek, incelemek ve yaşamımıza geçirmek esas olmalıdır. "Okumak", sadece yazılı bir şeyin gözden geçirilmesi değil, Allah’ın mesajını tüm yönleriyle kavrayıp başkalarına doğru bir şekilde duyurmaktır.

Azgınlık, insanın kendi bildiklerini doğru kabul etmesi ve başkalarının doğruyu aramasını engellemesidir. Bu nedenle, Kur'an’ı doğru bir şekilde okumak, anlamak ve hayatımıza geçirmek her insanın görevidir. Rabbimize dönmek, O'nun ayetlerine bakmak ve onlara göre yaşamaktır.

NAZAR DİYE BİRŞEY YOKTUR 🧿

 🧿 NAZAR DİYE BİRŞEY YOKTUR


Nazar ve Göz Değmesi Yok, Olamaz Nazar ya da göz değmesi konusunda halk arasında ve din bilginleri arasında yaygın inanç, onun sanki iman esaslarından biri olmasıdır. Daha doğrusu onlara göre imanın altı şartı vardır. Yedincisi nazara, sekizincisi büyüye, dokuzuncusu muskaya, onuncusu hocaefendiye, onbirincisi türbeye, onikincisi mezheplere, onüçüncüsü tarikatlara, ondördüncüsü cevşene, onbeşincisi... Bunlara inanmazsanız, sizler sapkın kabul ediliyorsunuz. Tüm bunlara hadisleri kanıt getiriyorlar. Bir taraftan da inanç esaslarına ancak mütevatir haber kanıt olabileceğini söylüyorlar. Ne var ki bu konularda kendi ölçülerine göre bile bir tane mütevatir haber yoktur.

SALATIN MANTIĞI 🤔

🤔 SALATIN MANTIĞI




Kur’an'da Namaz ve İbadet: Anlamları ve Pratikteki Yeri

Kur’an, namaz kavramını iki farklı biçimde ele alır: birincisi, belirli vakitlerde kılınan ve sembolik bir ibadet olarak şekillenen namazdır (bu, "Tesbih" olarak adlandırılabilir). İkincisi ise, kişinin günlük yaşamında ve eylemlerinde Allah’a yönelmesi ve O’na itaat etmesi anlamında, “Hayat Namazı” olarak tanımlanabilecek bir yaşam biçimidir. Bu yaşam biçimi, her vakitte ve her anı Allah ile hesaplaşarak ve O’na dua ederek doğru yolu aramaktır.

Kur’an’daki namazın iki farklı boyutu, hem şekillenmiş bir ibadet olarak belirli zaman dilimlerinde kılınan namazı, hem de bu namazı hayatta yaşanması gereken bir tutum ve ahlaki sorumluluk olarak ele alır. İlk olarak, belirli vakitlerde kılınan namaz, Allah’a kulluğun ifadesi olarak günün belirli zamanlarında gerçekleşir ve bu namazlar, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde bir disiplin oluşturur. Bu namaz, belirli bir formatta gerçekleştirilen bir ibadettir, ancak bir anlamda tüm yaşamın Allah’a yöneltilmesi gereken bir düşünce biçimini simgeler. Yani, namaz, bir yandan günlük hayatın her anında Allah’la birlikte olmayı gerektiren bir bilinç, diğer yandan ise zaman dilimlerinde Allah’a yönelmek için yapılan bir ibadettir.

İkinci boyut ise "Hayat Namazı"dır. Kur’an’a göre, bu namaz kişinin tüm yaşamını kapsar ve yaşanılan her anın bir anlamı olması gerektiğini vurgular. Bu, aynı zamanda kişinin Allah’a ve O’nun vahyine uygun bir hayat sürmesidir. Namaz, bireyleri nefsin isteklerinden korumak, onları disiplin altına almak ve onları doğru yolda tutmak amacıyla şekillendirilmiştir. İnsanlar, her vakit namazını kılarken, bu fiil aynı zamanda yaşamlarını denetim altına alarak ve Allah ile istişare ederek doğru yolda ilerlemeyi simgeler. Namaz, aynı zamanda İblis’in kötü düşüncelerinden korunmak için bir zırh görevi görür. Allah, iman edenleri bu tür manevi tehlikelerden korumak için namazı bir vesile kılmaktadır.

Kur’an, namazı, sadece fiziksel bir ibadet olarak değil, aynı zamanda manevi ve ahlaki bir eğitim süreci olarak görür. Namaz, bir tür öz disiplin oluşturarak kişinin içsel olarak doğruyu ve yanlışı ayırt etmesini sağlar. İman eden kişi, sadece namazda değil, aynı zamanda günlük yaşamında da Allah’ın öğütlerine uyarak, nefsinin kötü yönlerinden arınmaya çalışır. Bu bağlamda, namaz yalnızca ritüel bir ibadet değil, aynı zamanda bir içsel hesaplaşma ve sürekli bir Allah’a yönelme durumudur.

Kur’an’da, insanın Allah’a yönelmesi ve iman etmesi sadece dil ile değil, aynı zamanda yaşamıyla da kanıtlanmalıdır. Yani, bir müminin, Allah’a olan inancını yaşadığı hayatla doğrulaması gerekir. Bu, bir anlamda namazın özüdür: Kişinin hayatını Allah’ın emirleri doğrultusunda düzenlemesi ve her vakit namazını kılarken, bu eylemin bir içsel hesaplaşma ve dua olarak gerçekleşmesidir. Namaz, bir yandan bireyin Allah ile bağlantısını güçlendirirken, diğer yandan sosyal sorumlulukları, ahlaki değerleri ve toplumsal sorumlulukları da hatırlatır.

Özellikle 2/110 ayetinde, namazın ve zekâtın birer eğitici işlevi olduğu, bu ibadetlerin kişiyi doğru yolda tutmak ve yanlışlıklarından dönmek için bir fırsat sunduğu vurgulanmaktadır. Namaz, ayrıca insanı sabırlı, adaletli ve doğru davranmaya teşvik eder. 2/48 ayetinde ise namazın, kişilerin hesap gününe karşı hazırlıklı olmaları adına bir hatırlatma ve eğitim süreci olduğu ifade edilmektedir.

Kur’an’da namazın işlevine dair pek çok ayet bulunmaktadır. Örneğin, 33/4 ayetinde, insanların doğru yolu seçmeleri gerektiği, bunun da namaz sayesinde mümkün olduğu anlatılmaktadır. Namaz, Allah’a kul olmanın bir göstergesi olduğu kadar, bir tür manevi bağışıklık sistemi işlevi de görür. İblis’in insanları aldatmaya yönelik çabalarına karşı, namaz bir tür ruhsal savunma mekanizması olarak işlev görür.

Namaz, yalnızca belirli vakitlerde kılınan ibadetlerin ötesinde, hayatı bir bütün olarak şekillendiren ve her anı Allah’a göre düzenleyen bir yaşam biçimi olarak anlaşılmalıdır. Bu yaşam biçimi, kişi için hem bir manevi arınma süreci, hem de toplum içinde adaletli ve doğru bir tutum geliştirme fırsatıdır. Kur’an’da, namazın bu iki yönüyle, insanın hem kendi içindeki hem de dış dünyasındaki denetimini ve hesaplaşmasını nasıl yapması gerektiği açıkça anlatılmaktadır.

Özetle, namaz sadece bir ibadet şekli değil, bir yaşam biçimi olarak insanın Allah’a yönelişinin, imanının ve ahlaki değerlerinin pratiğe dökülmesidir. Bu anlamda namaz, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde, Allah’ın emirlerine uygun bir hayat sürmenin temelini oluşturur.

KURANDA MELEK KAVRAMI ⚡️


⚡️ KURANDA MELEK KAVRAMI


Arap dilbilim uzmanları, “ملك - melek” sözcüğünün kökeni ile ilgili olarak iki farklı tespitte bulunmuşlardır

Birinci görüşe göre; “melâike” ve bunun tekili olan “melek” sözcükleri, “elçi göndermek” anlamına gelen “ ؤلوك - ulûk” kökünden türemiştir. Aslı “مألك - me’lek” olan sözcük, ism-i zaman, ism-i mekân ve mastardır. Dolayısıyla başındaki “م - mim” ektir. Sonraları “ء - hemze” ile “ل - lâm” harfleri yer değiştirmiş ve sözcük “ملئك - mel’ek” hâline getirilmiştir. Sözcük, “Allah’tan elçi” anlamında isim olarak kullanılmaya başlanınca da hemze terk veya tahfif yoluyla kaldırılmış ve “melek” şeklini almıştır.

İkinci görüşe göre; “kuvvet, yönetim gücü” anlamındaki “ملك - melk” kökünden türemiş olan sözcüğün başındaki “م - mim” ek olmayıp sözcüğün aslındandır. “Mülk, milk, malik ve melik” sözcükleri de bu kökten türemişler ve anlamlarını da bu kökten almışlardır.

Melik (özne) + Meleke (fiil) + Melek (mef’ul) → Melekût (olay sahası)
                           ↑
                         Mülk (güç özü)




Mülk: güç,           
Melik: güç sahibi (özne),   
Meleke: güç fiili (yüklem),
Melek: fiilin mef’ulu (yüklemin nesnesi),       
Melekut da fiil/yüklem alanı veya sahası oluyor.

Kuranda  ise sözcük her iki kökten de türemiş ve türediği kökün anlamına göre farklı manalarda kullanılmıştır. Yani “melâike” sözcüğü bazen birinci görüşteki anlamda, bazen de ikinci görüşteki anlamda kullanılmıştır. Sözcüğün Kur’ân’da hangi anlamda kullanıldığı ise yer aldığı pasajın söz akışından ayırt edilmektedir.

Yani “el-melik”, “melekelerini” kullanarak “melaikeyi” ortaya çıkarıyor, bunların tezahür ettiği sahaya (alem) de “melekut” diyor. Bunu için de “mülk” O’nun oluyor. Bütün bunların yönetiminde Allah var ve hepsi O’nunla ilgili…

Kur’an melek diye güç sahibi olmayı kastediyor. Allah’ın melekleri, Allah’ın güçleri demektir. Rüzgar, fırtına, gök gürültüsü, yağmur gibi tabiatta varolan kuvvetler… Tabiatta varolan bir takım işlevsel fonksiyonlar… Hatta insanın bir takım ruhi ve psikolojik durumları… Peygamberimizin “Gök gürültüsü (ra’d) meleklerden bir melektir” (Tirmizi; Tefsir 13, Kurtubi; 2/19 tefsiri) demesi bunu gösterir.

Ra’d / 13: Gök gürültüsü, O'nun övgüsüyle birlikte, melekler de O'nun korkusundan(خيفت)(yönetim gücünden (hakkından) çekinmek) dolayı O'nu tesbih (kendilerine biçilen görevi uygularlar) ederler. Ve O, yıldırımlar gönderir de onunla dilediğini çarpar. Onlar ise Allah hakkında mücâdele edip duruyorlar. Oysa O [Allah], çarpması pek çetin olandır.  ((خيفت): korku, yönetim hakkı için çekinmek) kelimesi Rûm 28 ayetteki kullanımına bakınız. )

Yukarıdaki açıklamalar doğrultusunda sözlük anlamı olarak “Kuvvet, yönetim gücü, elçi, haber verici” demek olan “melek” sözcüğü, terim olarak da Allah’ın bütün emirlerine uyan, O’na hiç isyan etmeyen yaratılmışları ifade etmektedir. Kur’ân’dan öğrendiğimize göre, diri ve akıllı olan, her şekle girebilen, sürekli Allah’ı zikir ve tesbîh eden meleklerde cinsiyet, şehvet, yeme-içme ihtiyacı, insanlardaki kötülük işleme yeteneği gibi özellikler yoktur. Tüm dinlerde var olan “melek” kavramı, bu tanımlamaya uygun olarak zihinlerde masum [günahsız], kanatlı güzel bir çocuk görünümüyle tasavvur edilmiştir. Bu tasavvur, genel anlamda “melek” kavramının ifade etmekten uzaktır. Buna rağmen bu tasavvur literatüre genel anlamda “melek” sözcüğünün karşılığı olarak girmiş ve sonuçta her “melek” sözcüğü bu tasavvura göre anlaşılmış ve dinimizde birçok yanlış inanış ve kabullere yol açmıştır. İşte bu sebeple, “melek” sözcüğünün Kur’ân’daki kullanım şekillerini tahlil etmek gerekmektedir.

“Cinn” kavramında aşağıda da inceleyeceğimiz anlama uygun olarak; “kapalı, yani beş duyu ile algılanması mümkün olmayan ama yararlı olan cisim, güç ve enerji” diye tanımlayabileceğimiz “melek”lerin hangi şeyden yaratıldığı Kur’ân’da konu edilmemiştir. Yalnızca İblisin Meleklerden olup Cin yapısında “nar(ateş)” den yaratıldığı bildirilmektedir.(A’râf  12) Fakat Kütüb-ü Sitte’den Sahih-i Müslim ve Müsned-i Ahmed b. Hanbel’de yer alan bir rivâyet, meleklerin “nur”dan yani ışından/enerjiden yaratıldığını iddia etmektedir. Kur’ân’da verilmeyen bir bilgi peygamberimize isnat edilmektedir.

Kur’ân’da iki âyette tesniye [ikil] olarak; on iki âyette tekil olarak; geçtiği diğer âyetlerde de çoğul olarak “melâike” şeklinde kullanılan sözcük, tek bir varlığı ifade etmeyip değişik varlıklar için kullanılmıştır. Açıkça belirtilmek sûretiyle “Arş’ı taşıyan melekler”, “Arş’ın çevresinde bulunan melekler”, “âhiretteki cennet ve cehennem melekleri” Kur’ân’da bu sözcük ile ifade edildikleri gibi, değişik zihinsel ve doğal güçler için de bu sözcük kullanılmıştır. Yani akıl, hafıza, refleks, vicdan, dikkat, algılama, merak, tercih, korku, ümit, zekâ gibi zihinsel fonksiyonlar ile doğadaki iradesiz canlılardan rüzgâr, yağmur, ısı gibi güçler de Kur’ân’da bu sözcük kapsamında ifade edilmiştir.
Meleklerin nüzulünü [hulûlünü] konu alan aşağıdaki âyetlerden bazılarında “melek” sözcüğü “elçiler [haberciler]” anlamında, diğer bazılarında da “yönetim güçleri” anlamında kullanılmıştır.
“Melek” sözcüğünün zihinsel ve doğal güçler için kullanıldığı âyetlerden örnekler:
  • Hafıza [bellek] için kullanıldığı âyetler: Zühruf 80, İnfitar 11, Târık 4, Kaf 17, 18, Kehf 49, Câsiye 28, 29, İsrâ 13, 14.

  • Dikkat [koruyucu melek] için kullanıldığı âyetler: İnfitar 10, Kaf 17, 18, Ra’d 11, En’âm 61.

  • Maneviyat, itidal, cesaret ve romatizmal ağrılar için kullanıldığı âyetler: Âl-i İmran 123–127, Enfâl 9-12, 50, Tevbe; 25, 26, Ahzâb; 9, 26, 56.

  • Doğal afetlere yol açan rüzgâr, kasırga vb. için kullanıldığı âyetler: Kamer 34, A’râf 84, Hûd 82, Hicr 8, 73, 74, Şu’arâ 173, Bakara 210.

  • Yük taşıyan hayvanlar [sığır, katır, eşek …] için kullanıldığı âyet: Bakara 248.
 ملك - Meleksözcüğünün “elçiler [haberciler]” anlamında kullanıldığı âyetler:

Kullarından dilediğine melekleri, emrinden [kendine özgü iş] olan ruh ile “Gerçek şu ki: Benden başka ilâh yok, o hâlde benden sakının” diye uyarmaları için indirir/ hulûl ettirir. Nahl; 2.
Şu bir gerçek ki, “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra hiç şaşmadan yol alanlar üzerine, melekler iner durur [hulûl eder durur] ; “Korkmayın, üzülmeyin. Size vaat edilen cennetle sevinin. Biz size, dünya hayatında da âhirette de [yol gösteren, yardım eden] Yakınlarız. Orada sizin için nefislerinizin arzuladığı şey var. Orada sizin için istediğiniz şey var. Gafur ve Rahîm Allah’tan bir ikram olarak…” Fussılet; 30 32.

Hani sen inananlara, “Rabbinizin indirilen/ hulûl ettirilen üç bin melekle yardım etmesi size yetmez mi?” diyordun. Âl-i Imran; 124.

Melek” sözcüğünün “yönetim güçleri” anlamında kullanıldığı âyetler:
Biz melekleri ancak gerçekle indiririz ve o zaman, asla göz bile açamazlar. Hicr; 8.
Hani elçiler onlara önlerinden, arkalarından gelerek şöyle demişlerdi: “Allah’tan başkasına ibâdet/kulluk etmeyin!” Şöyle cevap vermişlerdi: “Eğer Rabbimiz isteseydi, kesinlikle melekler indirirdi. Bu yüzden biz kendisiyle gönderilmiş olduğunuz şeyleri inkâr ediyoruz.” Fussılet; 14.
Ve: “Ona bir melek indirilseydi ya!” dediler. Eğer böyle bir melek indirmiş olsaydık iş mutlaka bitirilmiş olurdu. Sonra da kendilerine göz bile açtırılmazdı. En’âm; 8.

Görüldüğü gibi, örnek olarak verilen âyetlerin hepsi de meleklerin nüzulü [hulûlü] ile ilgili âyetlerdir. Bu âyetlerde “melek” sözcüğü ile hep aynı şey kastedilmemiş olmasına rağmen, hangi âyette ne kastedildiği kolayca anlaşılmaktadır.

Bu noktada çok önemli bir hususa daha dikkat edilmelidir. Bu önemli husus, “elçiler [haberciler]” anlamındaki meleklerin ne iş yaptıklarıdır. Yukarıdaki örnek âyetlere bakıldığında elçi meleklerin inzar [uyarı] ve tebşir [müjdeleme] görevi yaptıkları görülmektedir. Hâlbuki meleklerin inzar ve tebşir görevi yapmaları mümkün değildir. Çünkü Kur’ân bu görevlerin ya peygamberler ya da vahyedilmiş kitaplar tarafından yapıldığını belirtmektedir. Uyarı ve müjdeleme ile ilgili olan âyetlerin tümünden anlaşılan mesaj da uyarı ve müjdeleme görevinin peygamberler ve vahyedilen kitaplar dışında herhangi bir varlık tarafından yapılmadığıdır. (Mümin 15, İbrahîm 52, Ahkâf 12, Furkan 1, Fussılet 3, 4, 14, Bakara 97, 119, 213, Nahl 89, 102, Neml 2, En’âm 48, 92, A’râf 2, Sebe; 28, Fatır 24, İsra 105, Ahzab 45, Feth 8, Nisa 165, Kehf 56)

Dolayısıyla “melek” sözcüğünün, “elçiler [haberciler]” anlamında kullanıldığı âyetlerde bu sözcükle kastedilenler “Kur’ân Âyetleri”dir. Talâk sûresinin 10 ve 11. âyetlerine göre zaten Kur’ân’ın bir adı da “rasül [elçi]”dür. Bu elçi [haberci], toplumun canı demek olan güvenilir ve kutsal bilgiler içermektedir.

KURANIN FARKLI ÜSLÜPLARI 🔎

🔎 KURANIN FARKLI ÜSLÜPLARI


Kur'an'da yer alan bazı sanat teknikleri, kelimelerin sembolik, metaforik veya doğrudan anlamlarının ötesinde derin anlamlar taşımasını sağlar. Bu sanatlar, hem dilin güzelliğini hem de anlamın derinliğini vurgular. İşte Kur'an'da kullanılan bazı söz sanatlarının açıklamaları ve örnekleri:

1. Bir Parçanın Bütünü veya Bütünün Parçası Olarak Anlatılması

  • Örnekler:

    • "Yeri yaydı", "yeri çekip uzattı", "yere uzantı verdi", "yeri sizin için bir halı yaptı" ifadeleri, yer kelimesinin aslında yerin kabuğunu ifade ettiğini gösterir.

    • "Yüzünüzü Mescid-i Haram tarafına çeviriniz" (Bakara 2/144): Burada yüz kelimesi, bir bütün olarak vücut anlamında kullanılır.

    • "Esir bir boyun kurtarmaktır" (Beled 90/13): Bu ifade, kölelerin özgürlüğünü simgeler ve bir nesnenin ya da durumun sembolik anlamını taşır.

2. Bir Olayın Farklı Perspektiflerden Anlatılması

  • Örnek: "O da bir yol tuttu. Sonunda güneşin battığı yere kadar ulaştı ve onu kara çamurlu bir gözede batmakta buldu, yanında bir kavim gördü..." (Kehf 85-86). Zülkarneyn'in gözünden anlatılan kıssada, olay Zülkarneyn’in bakış açısıyla anlatılır.

3. Birden Fazla Yorumlanabilen Söylemler

  • Örnekler:

    • "Sizi aşama aşama yarattı" ifadesi, hem evrimi hem de anne karnındaki gelişimi anlatan bir açıklama taşır.

    • "Dağların bulutlar gibi geçip gitmesi" hem dünya dönerken dağların hareketini hem de kıta hareketlerini anlatabilir.

4. Anlatımın Akışının Önceden Gerçekleşmiş Bir Olayla Kesilmesi

  • Örnek: "Fussilet (9-12)" ayetlerinde, yaratılış süreci hakkında bahsedilen 4 günün ilk iki gününe dair detaylar verilir.

5. Soru Sanatı

  • Örnekler:

    • "Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe ha?" (İbrahim 14/10)

    • "Ey insan, sana dini yalan saydırtan nedir?" (Tin 95/7)

6. Mübalağa (Abartma) Sanatı

  • Örnekler:

    • "Neredeyse ateş değmese de yağı ışık verir" (Nur 24/35)

    • "Deve iğnenin deliğinden geçmedikçe cennete de giremezler" (Araf 7/40)

7. Mecaz

  • Örnek: "Ticaretleri kâr etmedi" (Bakara 2/16). Burada kâfirlerin dalalet içinde olmaları mecazla ifade edilmiştir.

8. Bir Kelimenin Zıddı Anlamında Kullanılması

  • Örnek: "Tad(zevk) bakalım; sen çok üstün ve şerefliydin!" (44/49). Burada kelimenin zıt anlamlarıyla bir vurgu yapılır.

9. Yapının Ters Çevrilmesi

  • Örnek: "Geceyi gündüzün içine sokarsın, gündüzü gecenin içine sokarsın; ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın." (Al Imran 3/27). Bu tür ifadelerde zıt anlamlı kelimeler yer değiştirerek daha etkili bir anlatım sağlanır.

10. Anlamı Kuvvetlendirmek için Tekrar Edilmesi

  • Örnek: "Elbette, kolaylık zorlukla birliktedir. Evet, kolaylık zorlukla birliktedir." (94/5-6)

11. Teşbih (Benzetme)

  • Örnek: "Kadınlarınız, sizin için bir tarladır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın..." (Bakara 2/223)

12. Ses Ahengi (Aliterasyon)

  • Örnek: "Kul e’ûzu bi rabbi’n-nâs, meliki’n-nâs..." (Nas Suresi). Buradaki tekrar edilen sesler, bir fısıltı ve vesvese atmosferi yaratır.

13. Kafiye

  • Örnek: Adiyat Suresi'nde ses tekrarlarıyla ahenkli bir yapı oluşturulmuştur.

14. Zıt Anlamlı Kelimelerin Birleştirilmesi

  • Örnek: "Kazandıkları günahın cezası olarak, artık az gülsünler, çok ağlasınlar." (9/82). Burada "az" ve "çok" gibi zıt anlamlı ifadeler birleştirilmiştir.

15. Bir Kelime veya İfadenin Ortada Eklenmesi

  • Örnek: "İman edenler ve salih amellerde bulunanlar -ki biz hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemeyiz- onlar da cennetin ashabı (halkı)dırlar." (7/42)

Bu örnekler, Kur'an'ın dilinin ne kadar zengin ve derin olduğunu gösterir. İslam'ın kutsal kitabı, sadece inançları anlatmakla kalmaz, aynı zamanda insan ruhunu etkileyen edebi inceliklerle de doludur.

DİNİNİN KOLAYLIĞI ☪️

 ☪️ DİNİNİN KOLAYLIĞI


Kuran’ın sunduğu İslam’ı anlattığımız bazı kişiler, mezheplerin İslam’ı ile Kuran’ın anlattığı İslam arasındaki büyük farkı görünce; “Siz dini kolaylaştırıyorsunuz; din bu kadar kolay olur mu?” şeklinde eleştiriler yapmakta, Kuran’ın anlattığı İslam’ı savunanları nefsanilikle ve dini kendi rahatlarına uydurmakla suçlamaktadırlar. Fakat bu itiraz tarzlarıyla bir kez daha cehaletlerini sergilemekte ve Kuran’ın ayetlerinden habersiz olduklarını göstermektedirler. Çünkü Kuran’a göre dinimiz aynen Hz. İbrahim’in dini gibi kolaydır, güçlüklerden arınmıştır:
 
... Allah sizi seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, aynı atanız İbrahim’in dininde olduğu gibi…22-Hac Suresi 78

ALLAH YERİNE KONUŞANLAR

Kitabımızda din adına uydurulanların birçok örneği bulunmaktadır. Allah adına konuştuğunu iddia ederken, aslında Allah’ın yerine konuşmuş olan mezhepçiler, Allah’ın rahmeti olan dini, birçok hususta Allah’ın cezası gibi göstermişlerdir. Allah’ın insanın yaratılışına uygun olduğunu söylediği dini; hem insanla, hem mantıkla, hem bilimle, hem insafla çelişir bir şekilde tarif etmişlerdir. Bu kişilere göre Allah’ın rahmetini anlatmak dini yozlaştırmaktır.

Kuran’daki 114 adet Besmele ile ve daha yüzlerce ayet ile Allah’ın merhameti anlatılır. Kuran’ın en temel mesajlarının başında, Allah’ın rahmetinin anlaşılması gelir. Mezhepçi yaklaşım, Allah’ın bize rahmetinin neticesi olan kolaylıkları anlatmamızı “dinde yozlaştırma” diye takdim eder. Allah’a iftira olarak kendi uydurdukları zorlukları ise “takva, dine titizlik” olarak satmaya kalkar. Bu kafa, dinin kolay olmasıyla alay ederken, aslında Kuran’ın ayetlerinde geçen bir ifade ile alay ettiğinin farkına varmaz. Kuran’ı sadece musikisi için dinlemeye alışanlar o kadar çoktur ki; ayetlerde geçen bu açık manalar onlara hep kapalı kalmıştır.

...Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez …2-Bakara Suresi 185

İnsan zayıf olarak yaratılmış olduğundan Allah size hafiflik getirmek istiyor.4-Nisa Suresi 28

Mezhepçiler “Kuran öyle yüce, öyle mübarek bir kitaptır ki; bizim gibi aciz insanlar, Kuran’ı ne kadar uğraşsa anlayamazlar” şeklinde izahlarla, ilk bakışta Kuran’ı övüyormuş gibi görünseler de, aslında insanları Kuran’dan uzaklaştırmaktadırlar. Kuran’ı insanlar anlayamayacaksa, Kuran niye vahyedildi? Niye Kuran insanlara hitaplarla dolu? Niye Kuran üç-beş insana değil de herkese hitap etmektedir? Kuran’ı anlaşılmaz kılmak isteyenlerin, “Kuran’ı anlamak zordur, hatta imkansızdır” diyenlerin, hesabı tabi ki başkadır. Kuran anlaşılmaz olunca kitleler, mezhepçilerin imamlarına, şeyhlerine teslim olacaktır. Çünkü bunlara göre Kuran anlaşılmazdır ve zordur ama imamlar, şeyhler anlaşılabilir; bunlar rehber edinilerek doğru yol bulunabilir.

Kuran anlaşılmaz ve zor kabul edilince, ilkel Emevi uydurmaları ve Abbasi eklemelerinin dinin bir bölümü olup olmadığı da sorgulanmayacaktır. Çünkü tüm bu ilkel eklemeler ancak Kuran’ın hakemliği ile çöpteki layık oldukları yerleri bulabilir. Kuran’ın anlaşılmaz ve zor olduğunun ilanıyla, Kuran’ın hakemliği elinden alınıp mezheplere verilince, mezheplerin bizzat kendisi olan Emevi-Abbasi patentli çelişkiler ve zorluklar, halk üzerindeki hegemonyalarını devam ettirecektir. Kuran’ın anlaşılması için birçok ayet vardır. Sırf aşağıdaki ayet, aynı surede dört kez tekrarlanmaktadır:

And olsun ki biz Kuran’ı öğüt almanız için kolaylaştırdık. Öğüt alacak yok mu?54-Kamer Suresi 17, 22, 32, 40

KURAN’LA ARAMIZA ÖRÜLEN DUVARLAR

Kuran birçok cahil bedeviye de, birçok bilgine de hitap etmektedir. Kuran tüm insanların rehberidir. Yukarıdaki ayetten anlayacağımız gibi Kuran insanların öğüt alması için kolaylaştırılmış bir kitaptır. İnsanlar anlamadıkları kitaptan nasıl öğüt alabilir? Anlaşılamayan bir kitap nasıl rehber olur? Kuran’ın anlaşılmaz olduğunu iddia etmek, tüm bu ayetlerle ters düşmektir. Bu iddiaların sahipleri, Kuran ile insanlar arasına duvar örmekte ve kendi ilmihal kitaplarını Kuran’ın yerine koymaktadırlar. Bunu yaparken de Kuran’ı sözde yüceltmektedirler!

Bu mezhepçi zihniyete, günümüzde çok satan ve bedava da dağıtılmış olan “Tam İlmihal Saadeti Ebediye” kitabından örnek vermek istiyoruz. Kitabın yazarı Hüseyin Hilmi Işık, Işıkçılar cemaatinin başıdır ve kimi baskılarını Sıddık Gümüş ismi ile yapmıştır. Bu kitabında Işık, Kuran’ı anlamaya çalışanlara şu uyarıları yapar: “Seyyid Abdülhakim Efendi, Kuddise siruh buyurdular ki: İbadet, emirleri yapmak demektir. Kuran-ı Kerim’i, hutbeyi okumak ibadettir. Bunların manasını anlamak emir olunmadı. Bunları anlamak ibadet değildir. Kuran-ı Kerim’i anlamak için yetmiş iki yardımcı ilmi ve sekiz temel ilmi öğrenmek lazımdır. Ancak bundan sonra Kuran-ı Kerim’i anlamaya istidad hasıl olup, Cenab-ı Hak nasip ederse anlayabilir. Herkes anlamalıdır demek, dine müdahale etmek demek olur. Kuran-ı Kerim’i anlamak için istidadı çok olan on sene, orta olan elli sene çalışmak lazımdır. Bizim gibi az olanlar ise yüz sene de çalışsak anlayamayız. Şeriatte ilim diye faideli bilgilere denir. Faideli ilim Saadeti Ebediyye’yi elde etmeye yani Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olan ilimdir ki bunlara İslam bilgileri denir.”

Yukarıdaki alıntıyı yaptığımız “Saadeti Ebediye” kitabını okuyanlar, bizim eleştirdiğimiz zihniyetin bir örneğini göreceklerdir. Bu arada Abdulhakim Efendinin, Hüseyin Hilmi Işık’a şeyhliği devreden şeyhi olduğunu hatırlatalım. Alıntımızı dikkatle okuyanlar; Hüseyin Hilmi Işık’ın Kuran’ın anlaşılmaz olduğunu ispatlamak için gayretini; “Benim şeyhim bile anlamadıktan sonra sizin ne haddinize düşmüş Kuran’ı anlamak” dediğini kavrayacaklardır. Bu arada Işık, kişileri kurtaracak olanların faideli bilgiler olduğunu söyleyerek, Kuran’ın anlaşılmaz olduğunu açıkladıktan sonra başvurulacak kaynağa işaret eder. “Faideli bilgiler” tamlamasının Hüseyin Hilmi’nin kitabı Saadeti Ebediyye ismiyle aynı cümlede geçişi, Kuran’ın yerine neyin okunması gerektiği konusunda herhalde kitleleri aydınlatacaktır!

Kendi kutsallarını rehber, Kuran’ı musiki kitabı yapanlar, içine düştüğümüz durumun baş sebebidir. Cehalet, ilkellik, taklitçilik, akıldan feragat hep bu zihniyetin alametleridir. Bunlar “Yüz sene uğraşsak da Kuran’ı anlayamayız” diyecek kadar tevazu yaparlar, fakat sonra Kuran’ın yerini alacak, anlaşılır rehber kitaplar yazarlar!

ÇÖLDEKİ BEDEVİ KURAN’I 72 + 8 İLİMLE Mİ ANLADI?

Işık’a göre Kuran’ı anlamak ibadet değildir. Fakat ortalama kapasiteli biri Kuran’ı elli senede anlayabilir. Bir yazar “Elli senelik emeğin karşılığı ibadet olmazsa, emeğin kendisi de ibadet olmaz” diyerek, bu elli seneyi kimin, niye geçireceğini sorgulamaktadır. Aynı yazar, şeyhlerin sohbetini dinlemeyi ibadet sayanların, nasıl olur da Kuran’ı anlamayı ve bunun için gayret etmeyi bir ibadet olarak kabul etmediklerine şaşırmakta ve şöyle demektedir: “Hazretler zahmet edip Kuran’a baksaydılar, Kuran’ı anlamak için böyle bir ilimler listesinin olmadığını göreceklerdi. Ama ne hadlerine! Kuran’ı anlamaları mümkün değil ki! Kuran ümmi olarak tanımladığı bir topluma direkt olarak hitap ediyor. Mekkeliler konuştukları dille gelen Kuran’dan öğüt alıp hidayete ermeleri için hiç de 72+8 ilmi bilmek zorunda değillerdi. Hazretler, Kainat’ın Yaratıcısı’nın kendi kelamını kolaylaştırdığı konusundaki sözlerine güvenseydiler, kısacası Kuran’ı anlayabileceklerine ihtimal verseydiler, Allah’ın izniyle anlayabilirlerdi. Ne var ki Kuran’ı anlayamayacaklarına dair verdikleri ilk şeytani kararla, zaten kendilerini layık oldukları anlayışsızlığa mahkum etmişlerdir. Şunu belirteyim ki; ‘Kuran’ı anlamıyorum’ demek başkadır, ‘Anlayamam’ demek başkadır. Hele hele kendisi anlamadığı için başkalarını da anlamamaya çağırmak çok daha başkadır. Birincisi cehalet, ikincisi delalet, üçüncüsü ise ihanettir.”

Kuran’ı zor ve anlaşılmaz olarak gösterenlerin gerçek niyetinin Allah ile kul arasına şeyh, mezhep imamı, hadisçi, fıkıhçı gibi vasıtalar koyup bunları başvuru kaynağı yapmak olduğunu gördük. Oysa Kuran’ın geliş sebeplerinden biri Allah ile insanlar arasına konan putları, ilahları, rahipleri, ruhbanları, kutsallaştırılmış insan sınıflarını atmaktır.

Haberin olsun katıksız din yalnızca Allah’a aittir. O’ndan başkasını veli edinenler şöyle derler: “Biz bunlara, bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” Elbette Allah ayrılığa düştükleri konularda aralarında hükmedecektir. Şüphesiz Allah hiçbir yalancı kafiri doğruya eriştirmez.39-Zümer Suresi 3

Ayette de görüldüğü gibi Allah’la aralarına aracılar koyanlar, bu aracılığı Allah’a yakınlaşmak için kullandıklarını iddia etmektedirler. Fakat Allah, katıksız dinin yalnızca kendisine ait olduğunu söylemektedir. Bu iddia sahiplerinin mazeretlerini kabul etmemektedir. Allah’ın kitabı olan Kuran’ın yanına insanların yazdığı kitapları koyarak dinde reform yapmış olanlar, dinin katıksız şekilde Allah’a ait olmasının gerekliliği ile çelişirler. Kuran tüm insanlığa hitap eder, eğer anlaşılmaz olsaydı, anlayacak olan birkaç mezhep imamına hitap etmesi gerekmez miydi? Elbette din de, Kuran da hem anlaşılır, hem de mezhepçilerin sandığından daha kolaydır. Uydurulmuş din ise zorluklarla doludur. Mezheplerin tarif ettiği yapıda, bir karı-kocanın nasıl bir hayat yaşamalarının ideal olduğunu çok kısaltarak anlatmaya çalışalım. Bu karı-kocanın sabahtan akşama bazı işlerinde gözetmeleri gereken sünnet, sevap, helal ve haramların mezhepçi zihniyete göre neler olduğuna örnekler vererek mezheplere göre ideal yaşam tarzını sunmaya çalışalım. Böylece Kuran’ın kolay dini ile uydurulan detaycı, zor dinin farkını kavrayalım.

MEZHEPÇİ HANIM VE BEYE GÜNDELİK HAYAT TAVSİYELERİ

Mezhepçi bey ile mezhepçi hanım uyandıklarında sağ ayak ile yataklarından kalkmalıdırlar. Hayırlı işler sağ, hayırsız işler sol ayakla yapılır. Birazdan eğer birisi tuvalete girecekse sol ayakla girer. Tuvalete başı kapalı girmekte sevap vardır. Tuvalette iken konuşulmaz, eğer biri tuvaletin dışından soru sorarsa, bu münasebetsize cevap vermemek daha uygundur. Eğer evdeki tuvalet alafrangaysa, bu tuvaleti yıktırıp alaturka yaptırmak daha uygundur. Erkekler ayakta küçük tuvalet yapmak gibi uygunsuz hareketlerden kurtulmalı, oturarak küçük tuvaleti yaparak sünnet sevabı kazanmalıdırlar. Eğer çiftimizden biri yıkanacaksa, en azından belinde peştemalle yıkanması gerekir. Çünkü kişi, tek başına tuvalette iken bile avret yerini kapalı tutmaya çalışmalıdır. Her ne kadar insanlar görmüyorsa da, melekler insanları görür; meleklerden utanmak lazımdır. Yıkanırken önce sağ omuza, sonra sol omuza su dökmek gibi sıralara uyulmalı ve kitaplarda yıkanma ile ilgili yazılan Arapça dualar ezberlenip okunmalıdır. Şampuan tipi yıkanma maddelerinin alkollüleri kullanılmayacak; alkolsüzü bulunacaktır. Dişleri temizlemek için misvak kullanılmalıdır. Bu arada dişlere iyi bakılmasında fayda vardır. Çünkü kimi alimlere göre dişe dolgu yapılırsa boy abdesti olmaz, kişi cenabet gezer. Bu yüzden dişin çürümesi, komple dişi çektirip dişsiz kalmayı veya çıkmalı takma dişler taktırmayı gerektirecektir. Çıkmalı takma dişler boy abdesti alırken çıkarılıp, bunların altı ıslatılmalıdır, yoksa kişi cenabet gezmeye devam eder.

Namaz kılınacaksa sarık takıp yetmiş kat sevap kaçırılmamalıdır. Sarığın yedi metre olması daha uygundur. Giyilecek elbiseler yeşil, siyah veya beyaz olmalıdır. Sarı veya kırmızı giymemek gerekmektedir. Çiftimiz yemeğini yer sofrasında yemeli, sonradan çıkma masa tipi uyduruk şeylerde yememelidir. Yer sofrasında sağ ayak dikilir, sol ayak alta alınıp oturulur. Yemek tek bir kap ortaya konularak yenilir. Yemekte çatal, kaşık gibi aletlerden kaçınılmalıdır. En sevap yemek yeme şekli üç parmakla olur. Bu üç parmak bile bellidir: Baş, işaret ve orta parmaklar. Yemeğe tuz ile başlamak iyidir. Yemekte su içilirse üç nefeste içilmeye gayret edilmelidir. Yemek kesinlikle sağ elle yenmelidir. Sol elle yenilenleri şeytan yemiş olur. Yemek bitince üç parmak, baş parmaktan ortancaya doğru yalanır, bu da sünnettir. Böyle sünnetleri kaçırmamak lazımdır. Aynaya bakmak sünnettir. Erkek aynaya bakıp sakalının bir tutamı geçip geçmediğini kontrol etmeli, sakalı bir tutamı geçtiyse kesmelidir. Sakalı bir tutamdan az kesmek düşünülemez, değil ki pasparlak olmak. Erkeğin gözüne sürme çekmesi, saçlarını yağlayıp ortadan ayırması da hep sevap getiren fiillerdir.

Kadın ise saçını uzatmalı, kesinlikle kesmemelidir. Kadınların kaşını aldırması çok büyük günahtır. Kadın evden çıkacaksa yanında kocası, kardeşi gibi mahremi olmadan 90 km’den fazla gitmesinin haram olduğunu unutmamalıdır. Aslında kadın için en iyisi mümkün olduğunca dışarı çıkmadan evde oturmaktır. Fakat dışarı çıkacak olursa iyice örtünmeli, koku sıkmasının haram olduğunu unutmamalıdır. Kadın için en iyisi komple örtünmesi, eldiven giymesidir. Hatta kadının kestiği tırnakları bile kadından bir parça sayıldığı için bunları yabancı bir erkeğe göstermeden toprağa gömmesi gerektiğini birçok mezhep alimi söylemiştir.

Televizyonun seyredilip seyredilmeyeceği tartışmalı bir konu olduğu için eve hiç televizyon almamak en iyisidir. Çünkü resim haramdır. Televizyondaki görüntüler, resimlerin arka arkaya geçişi olduğu için bunun da haram olduğunu iddia edenler vardır. En azından mezheplere göre bunun şüpheli olduğu kesindir. Mezheplere göre ise şüpheli şeyleri terk etmek en isabetli davranıştır. Radyo dinlemek de çok tehlikelidir. Müzik, telli sazlar, hele hele kadın sesi haramdır. Radyoda sürekli bunlar çıkacağı için mezhepçi çiftimizin bunları eve sokmaması gerekir.

Eğer çiftimiz cinsel ilişkiye girmek isterse çırılçıplak bir şekilde bunu yapmanın meleklere karşı utanmazlık olduğunu unutmamalıdırlar. Mümkünse yorgan tipi bir örtünün altında, birbirlerinin cinsel organlarına bakmadan cinsel ilişkiye girmeleri gerekmektedir.

Eve girerken de, çıkarken de sağ ayak kullanılmalıdır. Eve meleklerin girmesini engelleyen köpek kesinlikle sokulmamalıdır. Evdeki yataklar ve oturma grupları hep yerin üstünde olmalı, ayaklı olanlarından sakınılmalıdır. Uyurken abdestli uyunmalıdır. Çünkü abdestli ölenin şehit olacağı söylenmektedir. Uyurken sağ el başın altına alınıp, sol el salınacak ve sağ tarafın üstüne yatılacaktır. Yüzü koyun yatan çiftler birbirlerini ve çocuklarını uyandırıp düzeltmelidirler…

EKSİĞİ ÇOK, FAZLASI YOK

Bu çifte, mezheplerin dini adına tüm gerekli tavsiyeleri sıralamak için ayrı bir kitap yazmamız gerekirdi. Fakat bu örnekler bile Kuran’a kıyasla mezheplerin dininin ne kadar zor, karmaşık, yaşanmaz bir sistem olduğunu göstermeye yetmektedir. Bu izahların hepsinin mezhepçi kitaplarda, mezhepçi açıklamalarda yeri vardır. Bu örneklerin eksiği bir hayli çok, fazlası ve abartısı hiç yoktur. Mezheplerin sunduğu sistem yaşanmaz bir sistemdir. Bu halleriyle birçok mezhepçi, ruhbanlık uydurup, ona da uymayan Hıristiyanlar’a benzemektedirler:

Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik. Ona İncil’i verdik ve onu izleyenlerin kalplerinde bir şefkat ve merhamet oluşturduk. Uydurdukları ruhbanlığı biz onlara gerekli kılmamışken, Allah rızası için uydurdular. Ama buna da gereği gibi uymadılar.57-Hadid Suresi 27

Mezhepçiler, insanın her saniyesini dolduran, rahat bir banyo bile yapamayacağı bir sistem oluşturmuşlar ve bunu da “din” diye ne yazık ki birçok insana yutturmuşlardır. Fakat Allah’ın gerekli kılmadıklarıyla dolu bu zorlukların sistemine mezhepçilerin birçoğu bile uyamamışlardır. Yalnız ve yalnız Kuran din yapılıp, Kuran dışı kaynaklar reddedilip, Kuran’ın yeterliliğine güvenilmeden bu sorunlar çözülemez. Başarı bu en kolay, en mantıklı yoldadır.

Allah kimseye gücünü aşan bir sorumluluk yüklemez.2-Bakara Suresi 286

Allah size zorluk çıkarmak istemiyor. Ancak sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak istiyor ki şükredesiniz.5-Maide Suresi 6

Seni en kolay olanla başarılı kılacağız.87-Alâ Suresi 8

Ruhaniyete Bürünme 👳‍♂️

  👳‍♂️ Ruhaniyete Bürünme


Günümüzde birçok insanın zihninde ibadet kavramı, genellikle namaz, oruç, hac gibi şekli ritüellerle sınırlı bir alanı ifade etmektedir. Oysa Kur’anî bağlamda ibadet, yalnızca bu farz ibadetleri değil, Hudûdullah çerçevesinde sürdürülen erdemli bir yaşamın tümünü kapsar. Yani ibadet, hayatın yalnızca belli kesitlerinde ve belirli şekillerle sınırlı olmayan, tüm hayatı kuşatan bir kulluk bilincidir.

Kur’an’da ibadetlerle ilgili ifadelerin oldukça sade ve doğrudan bir dil taşıdığı açıktır. “Namazı kılın”, “zekâtı verin”, “orucu tam tutun”, “Allah’tan başkasına ibadet etmeyin” gibi açık ve net emirlerle muhataba yönelen Kur’an, bu ritüelleri herhangi bir mistik anlatı ya da duygusal süsleme olmaksızın sunmaktadır. Buna karşın, tarihsel süreçte ibadet anlayışı; tasavvuf, edebiyat ve felsefi etkilerle süslenmiş, duygusal yoğunluğu artırılmış ve bir tür "ruhaniyet büründürme" eğilimine girmiştir.

Bu yaklaşımın somut yansımaları arasında “Gözümün nuru namaz”, “Başımın tacı hac”, “Ruhun gıdası oruç”, “Tut bizi ey oruç”, “Kıl bizi ey namaz” gibi ifadelere sıkça rastlanmaktadır. Bu söylemler, ibadeti Kur’an’daki yerinden koparıp sembolik, duygusal ve hatta çoğu zaman dramatik bir yapıya dönüştürmektedir. Türbe kültürü etrafında şekillenen hurafelerle bu tür ifadeler arasında içeriksel bir fark olduğunu söylemek zordur. Seccade ile çaputun, manevi bağlamda aynı metaforik zeminde buluştuğu, ibadetlerin gerçekliğinden uzaklaştırıldığı bu anlayış, ibadetin özüne zarar vermektedir.

Asıl tehlike, ibadetin bu şekilde "ruhanileştirilmesi" yoluyla dinin parçalanmasıdır. Hayatın yalnızca bazı alanlarını "kutsal" ilan etmek, diğer alanlarını ise sıradanlaştırmak; dinin bütünlüğüne aykırıdır. Örneğin, namaz ve oruç gibi ritüeller öne çıkarılırken, yalan söylememe, haksızlık yapmama, ana-babaya öf bile dememe, adaletli olma, yetimi koruma gibi emirler gündem dışı bırakılabilmektedir. Bu yaklaşım, Kur’an'ın bazı kısımlarına inanıp, bazılarını göz ardı etme (Bakara, 2/85) tehlikesini beraberinde getirir.

Dinin parçalanması, bazen iyi niyetli fakat yöntemsel olarak sorunlu çabaların ürünü olabilir. İbadetleri insanlara sevdirmek, duygu yoğunluğu oluşturmak ya da bireysel tasavvurlar üzerinden ibadeti yeniden tanımlamak gibi gerekçelerle din, asli sınırlarının dışına taşırılabilmektedir. Ancak bu, dini duygusallıkla değil, bilinçle yaşama ilkesine açıkça aykırıdır.

İbadetin içeriği, şekli değil; Allah’a olan bağlılık ve sorumluluk bilinciyle anlam kazanır. Oysa günümüzde ibadet, bazı dönemlere (örneğin Ramazan ayına) hapsedilmekte, bazı mekânlarla (örneğin camilerle) sınırlanmakta ve neredeyse bir tür dinî "ritüelcilik" anlayışı hâkim olmaktadır. Oysa Kur’anî perspektif, bütüncül bir ibadet hayatı öngörür.

Kur’an’ın tanımladığı ibadet anlayışı yalnızca bireysel ritüellerden ibaret değildir. Toplumsal sorunlara karşı duyarlılık, adaletin tesisi, yetimlerin korunması, ana-babaya saygı, insan haklarına riayet gibi sorumluluklar da ibadet kapsamındadır. Ne var ki, dini anlatanların ve yorumlayanların çoğu zaman bu alanlara yeterince eğilmediği, sosyo-ekonomik adaletsizlikler, ahlaki yozlaşma ve toplumsal çürüme gibi sorunlara karşı sessiz kaldığı gözlemlenmektedir.

Bu bağlamda, ibadet anlayışımızın şekilci, ruhanileştirilmiş, dönemsel ve parçalanmış bir yapıya büründüğü; bunun da bireysel ve toplumsal düzlemde Kur’an’ın öngördüğü bütüncül dindarlık anlayışından uzaklaştığımızı göstermektedir.

Sonuç olarak; İslam’ın şekilci, duygusal ve kısmi bir ibadet anlayışına değil, vahyin çizdiği sınırlar içinde bütünsel ve bilinçli bir kulluk yaşamına ihtiyacı vardır. Bu ise ancak Kur’an’ı bütüncül okumak, anlamak ve yaşamakla mümkündür. Dinin asli ilkeleri ile sonradan inşa edilen yorumları birbirinden ayırabilmek, hakikate ulaşmanın temel şartıdır. Aksi hâlde, sadece duygulara hitap eden, şekli davranışlara indirgenmiş bir din anlayışıyla; Kur’an’ın teklif ettiği toplumsal dönüşümün gerçekleşmesi mümkün değildir.

ALLAHI TEK ANMAK ☝️

 ☝️ Allahı Tek Anmak


  Bir gün bir topluluk gemiyle yola çıkmışlar. Tam da bizim toplumun küçük bir prototipi.  Neyse, denizin ortasında bunlar şiddetli bir fırtınaya tutulmuşlar. Gemi bir oyana bir bu yana sallanıp duruyor.  Rüzgarın sesi neredeyse kulakları sağır edecek cinsten. (Olaya biraz drama katalım).  Gözler dört dönmüş vaziyette.  Herkes korkudan kırım iti gibi tir tir titriyor. 

 O esnada i-pod'dan kısık bir ses duyuluyor. O da ne..! İbrahim Tatlıses’in “yetiş ya ali yetiş ya Muhammed” parçası. Bunu duyan vatandaş.. Başlıyor bağırmaya “yetiş ya ali yetiş ya Muhammed”, öbürü bağırıyor “yetiş ya geylani”, bir diğeri “yetiş ya seydaaa” bir başkası “yetiş ya hamza”, bir diğeri “yetiş ya buddha”, “yetiş ya huseyn”, “yetiş ya gavs”.. “yetiş ya buhari”…

 Her biri bir başkasını yardıma çağırıyor. Çağırıyor ki gelsin kurtarsın onları batmaktan. 

 Geminin kıç tarafında oturan gariban köylü de ellerini açmış kısık bir sesle: “BATIR ALLAH’IM BATIR… BATIR GEMİYİ. NASIL OLSA BU GEMİDE SANA TAPAN YOK”. diyor.

 Tabi gemi batmıyor. Çünkü aralarında bu mümin kul varken, Allah o gemiyi batıracak değil. Gemi sağ selamet karaya ulaştığı vakit, herkes kurtuluşu yardıma çağırdığı şahısların gücüne nisbediyor. 

 Biri diyor: -bizi Ali kurtardı, öbürü diyor Gavs olmasaydı işimiz yaştı. Bir diğeri “gözünü sevdiğimin seydaaaası okyanusun ortasında bile bizi gözetliyor”, bir başkası “hamza olmasaydı zor yırtardık paçayı” v.s. her kafadan bir ses çıkıyor.

 Tabi bu bir mizansen. Ama gerçek hayata uyan bir mizansen.  Çoğunluğun maalesef “Allah’ın berisinden seslendiği amcaları-dayıları, yiğidoları var.”

 Bir “yetiş” mutlaka bulunuyor.  Tekne batmayıp karaya sağsalim varınca da bütün maharet bu “yetiş”lerde sayılıyor.  Dolayısıyla Kerameti kendinden menkul zaatlar türemeye başlıyor.   Bu da toplumun azgınlığını/sapıtmışlığını iyice artırıyor. Katmerleştiriyor.

 Aslında  dünyadayken azaptan her kurtuluş bir şans demektir. Ta ki sadece ve sadece tek olan Allah’ı yardıma çağırana kadar. Bu tip şansları iyi değerlendirmek gerekiyor. Yoksa bir gün gemiye binemeyenlerden olabiliriz. Suyun ortasında dımdızlak kalabiliriz.

 Bir de yukarıdaki  tiplemelerin değişik versiyonu vardır.   Bunlar da gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Allah’a has kılarlar. İhlas ve samimiyetle Allah’a yalvarırlar. Fakat karaya ayak basar bakmaz bir de bakmışsın ki şirk koşmaya başlamışlardır.  Tatlı su balıklarıdır bunlar. İyi gün dostları.  Allah’ın tekliğini kavramaları için illaki başlarına bir musibet gelecek.

 Hastalıkta ve darlıkta, iflasın eşiğinde, hatalı sollama esnasında, eşekten düşeceği zaman Rabbine halis bir şekilde bağlanası tutar. Ama başından musibet kalkınca “oh be yırttık anasını satim” demeyi ihmal etmez ve çoğunluğa karışır gider.
 Düşünün bir kere. Şu dakika itibariyle kıyamet kopsa, Yer-gök yarılsa, güneş ve ay dürülse,  kaçacak biryer kalmasa, “herkesin aklına “Allah’tan” başka bir varlık gelir mi acaba!!  Ayağımız tökezlese “Allah” diyoruz. Kaldı ki böyle bir sahnede “Allah Allah” dememiz içten bile değil.. değil mi?

 Peki bu rahatlık niçin?  Bunca bahane Niçin? 6 bin küsürlük ayet barındıran kitab’a boyun eğmemek, ona isyan etmek niçin?   Allah’a ortak koşmak niçin? Neden “Allah tek başına anıldığı zaman rahatsız olur insanoğlu”.  Rabbiyle olan problemi nedir?

 O’nun yanında başka varlıkların adı geçtiğinde kalpleri ferahlar. Oysa kalpler ancak Allah’ı anmakla ferah bulmuyor muydu?  Allah’ın yanında birilerinin adı geçmeden pek çok kalp mutmain olamıyor?  Bunda bir terslik bir sakatlık yok mu?

 Yoksa Allah yetmiyor mu?  Hani dost olarak Allah yetiyordu?  Bu işte bir terslik var. Terslik insanoğlunda.  Çünkü insanların çoğu şirk koşmadan iman etmiyor.  

 Kıyametin kopuş saatini de bilmediğimize göre, şu an kopmayacağının bir garantisi yok. Madem kıyametin o dehşetli sahnesinde aklımızda kalan tek varlık “Allah”, her an kıyamet kopacakmış gibi yaşamak daha hayırlı değil mi?

 İşte o bir anlık kıyamet tasviri, tevhidin ta kendisidir.  Ne gavslar, ne cavslar, ne aliler, ne hamzalar  hiçbir aracı kurum ve kuruluş ortada yok.  

 Hani can kemiğe dayanır “bunu kim tedavi edecek” denir ya. Can çekişen ise bunun artık ayrılık vakti olduğunu bilir. Bacak bacağa dolaşır… İşte o gün sevk, ancak Rabbinedir.  O gün Allah’ın berisinden çağırdığı hiçbir kimse aklının ucundan bile geçmez. Rabbiyle baş başadır. Sıkıysa girsinler o gün araya.

 Sevdikleri, sevmedikleri, nefret ettikleri/etmedikleri, borçlusu/alacaklısı, annesi/babası, eşi/çocukları, malı/mülkü, şeyhi/mürşidi, arkadaşları/dostları.. İşte o an sevk başladığı zaman bunlardan eser kalmaz. Hiçbiri akla dahi gelmez.  Geride kalır hepsi.

 Madem böyle, madem dünya hayatı oyun ve eylence, madem yukarda saydıklarımız bir sınav, o zaman oyunu kuralına göre oynamak gerekir. Kuralına göre oynayan kazanır ve batmaktan kurtulur. Mızıkçılık yapan ise batar ve boğulur.

 O halde şu dakika itibariyle yeni bir başlangıç yapmalı, ölçmeli, biçmeli ve doğru bir şekilde karar vermeli. Pislikten arınmalı, temizlenmeli. O'nu yüceltmeli ve O'na boyun eğmeli, sabrederek uyarmalı ve uymalı.

Şimdi o Kur'ân'dan yüz çevirirlerken ne mazeretleri var? Sanki onlar ürkmüş yaban eşekleri. Arslandan kaçmaktalar. Hayır, onlardan her kişi kendisine açılmış sayfalar verilmesini istiyor. Yok, yok onlar ahiretten korkmuyorlar. Hayır, hayır, O Kur'ân kuşkusuz bir öğüttür. Dileyen onu düşünür. Bununla beraber Allah dilemedikçe onlar öğüt alamazlar. Koruyacak da O'dur, bağışlayacak da. (74/49-56)…

BİREYCİLİK ve TOPLUM 🛗

 🛗 BİREYCİLİK ve TOPLUM

 
  İnsan denen memeli canlı türü toplumsal bir yaratıktır.  Zaten kelime anlamı bile çoğuldur. Arapçada "ins" olan kelimeyi dile getirirken bile "insan" diyerek çoğullaştırmış oluyoruz.  Birey olarak bir ins’i meydana getirirken bile en az iki tane metobolizmaya (dişil, erkil) ihtiyaç vardır. İnsan özü itibariyle tek başına doğmaya, yaşamaya ve ölmeye müsait olmayan bir canlıdır.
 Yaratıcının huzurundan, işlediği kabahatler yüzünden apar topar kapı dışarı edilen insan, kovulmaya bile toplu halde maruz kalmıştır. Madem  kabahat toplu işlendi, o zaman bu kabahat yine toplu halde düzeltilmeliydi. Onun için İlk toplu  hayat belirtisi olan toplumdan günümüz toplumuna  kadar gelen bütün kutsal öğretiler, toplum yaşamını düzenleyen bilgiler barındırıyordu. 

 Misal:
 - Zekat, infak, sadaka üçlüsü sosyal dayanışma
- Hak, hukuk ve adalet üçlüsü eşitlik ilkesi
- Ahlakilik, mütevazilik ve anti egoizm üçlüsü zararsızlık/faydalılık ilkesi
- Ana-baba, evlat-uşak ve kendisi, aile düzeni gibi burcu burcu toplumsal düzenlemeler kokan öğeler olarak örneklendirilebilir.

 Bu bağlamda ins’in ahad olarak yaşamak söz konusu değildir. Ahad olan yaratıcıdır.  Dünyaya gelene kadar ins’tir fakat doğtuktan sonra kaba etine tokatı yeyip zırladığı andan itibaren ins değil insandır.

 Hal böyle iken toplu kabahatler işlenmesin diye herhangi bir kutsal kitaba tabiyeti söz konusu olduğu vakit, insan gibi anlamak, algılamak ve yaşamak zorundadır. Kendisine edindiği şifa ve besin kaynağını etrafındaki insanlarla paylaşmak zorundadır.Kendisinin hizmetine sunulan deve kuşu hayvanı (yumurtasından, kılından tüyünden istifade edilen hayvan cinsi)  gibi kafasını kuma saplayıp yaşamaya çalışmamalıdır.  Kaba eti her zaman açıkta ve diğer insanların gözü önünde kalacaktır. Bu gerçekten asla kaçamaz.

 “Yalnız doğdum yalnız yaşarım ve yalnız ölürüm” felsefesi doğan hiçbir ins  için geçerli değildir. Absürt bir sözdür bu zaten.  Doğum işi dişil canlıyla birlikte gerçekleştirilmek zorundadır.  Yaşamın belli aralarında aktarmalı da olsa hayatına devam eder. Belli bir süreye kadar annesiz, sonra eşsiz, sonra da gassalsız (gassal nedir sorusu için Alo 188 arynz.)  yapması mümkün değildir. 

 Madem öyle ne kutsal kitabı kum yerine koymak, ne de kendisini ins olarak yaratıldığı halde deve kuşu hayvanı yerine koymak doğru bir davranış değildir.  Bir kere kafasını soktuğu kumun ce-re-yistalleri (lafzen kristal) buna müsaade etmemektedir

 Kutsal kitap ütopik öğretiler barındırmaz.  Zahire bakar ve baktırır.   

 Bakalım nasıl oluyor bu:

 • Adem-eşi ve iblis, 
• Musa-Harun-Samiri-Firavn ve Ahmak kavim,
• İmran-Karısı, doğurduğu kızı (Meryem), torunu (İsa) ve ahmak kavim  (Zekeriyya’yı nasıl unuturuz),
• İbrahim - inat babası – İbrahim’in oğulları – iyi huylu karısı – dindaşı Lut ve ailesi (karısı hariç) – ahmak toplumu ve toplumunun tanrıları,
• Nuh – gemisi – kötü huylu karısı – şımarık oğlu – hayvanlar – ahmak toplumu,
• Hud – toplumu,
• Salih – toplumu,
• Muhammed – toplumu v.s.

 Yukarıdaki örnekleri çoğaltmak mümkündür.  Okuduğunuz gibi hiçbir ins, ins olarak kalmıyor. İnsanlaşıyor.  İyi ya da kötü.  Kutsal kitaptan doğru beslenen insanlaşıyor.. İnsana karışıyor.

 Yalnız doğan, yalnız yaşayan ve yalnız ölen bir ins prototipi kutsal kitapta yok.
 Sanki kutsal-kitap kendisine inmiş gibi, (kendisine inseydi bile paylaşmak zorundaydı) azim olan kitapta anlatılan her şey sadece ve sadece  kendisini bağlarmış gibi bireysel hareketlenmeler gözlemlenmektedir.  Gerçi bu hal bir mutasyon halidir.  Evresini tamamlayınca düzelir ama, önlemini almak, ins’in  kendi hayrına olur. Yoksa insan olamadan toprak olur.

 Bu dünyada sadece kendisi yaşasaydı, ne kutsal kitaba ne de herhangi bir kutsala ihtiyacı olmayacaktı. Kendisi gibi başkaları da yaşadığı için toplu kabahatler işlenmesin diye bunca çaba.  Yoksa tek başına  fotosentez yapan bir bitki kadar kıymeti yoktur. Öteki var diye kıymeti vardır.

 Suyun başını tutan zalimler nasıl helak oldularsa,  kutsal kitaptan bireysel beslenmek insanı helaka götürür.  Çünkü kutsalın amacı bu değildir.  Yoksa kutsal bilgi kaynağı, kutsal ego kaynağı haline dönüverir. Egosuna yenik düşenin de dostu ve yardımcısı olmaz.

 Sonuç itibariyle, en değerli eylem olan “paylaşım”, insanlar arası Elektrik  alıp verme sanatıdır.  Bunun ihlali söz konusu olduğunda karanlık başlar.  Karanlıklardan aydınlığa çıkan, arkasındaki karanlıkta kalan insana el uzatmak zorundadır. Aydınlığa çıktım diye sevinip, arkayı unuttuğu vakit farkında olmadan kendisi de tekrar karanlığa bürünmüştür. 

 Kutsalı duvardan indirelim.. İndirelim indirmesine de cimrilik edip başkasına vermemezlik etmeyelim. İnsan için indirelim, ins için değil.

 Sözün Özü:  Aynı kutsal kaynaktan beslenenlerin, saf saf duvar gibi kenetlenmesi yaratıcının taktirini toplamak için güzel bir adımdır.   Hiziplenmeler/gruplaşmalar, puzzle gibi dağılmalar  taktir toplayan adımlar değildir.  Bölünüp parçalanmak gücü kaybettirir ve insanı kolay yutulur lokma haline getirir.  Biraz kahır çekmek, biraz da kahır çektirmek icab eder.  "Dertsiz başım ağulu aşım" sofistike bir yaklaşımdır.  Herkesin layık olduğu bir insan toplumu vardır. Doğru toplumu bulana dek hayatın frekanslarıyla oynamak lazım gelir.  Zaten kutsal bilgi kaynağı aynı olanın toplumu da aynılaşır.  Gün gelir voltrana dönüşür. 

 İnsana karışmak ümidiyle...