Bu Blogda Ara

30 Haziran 2025 Pazartesi

Dondurulmuş Din Modeli 😰




Sahabe ve tabiinin yaşantısını “dondurulmuş model” haline getirip, onu dinin özü gibi sunan ve bu yolla Allah’ın dinini zorlaştıran anlayışlara karşı Kur’an merkezli bir eleştiri yapalım.


Kılı Kırk Yaranlar: Allah’ın Dinini Zorlaştıranlar Üzerine Kur’an Merkezli Bir Eleştiri


Giriş: Din Kolaylıktır, Peki Zorlaştıranlar Kim?

Kur’an, Allah’ın dinini insan fıtratına uygun, anlaşılır ve kolay kılınmış bir yol olarak tanımlar. “Allah sizin için dinde bir zorluk kılmadı” (Hac 22/78) ayeti, bu temel ilkenin apaçık ifadesidir. Ancak tarihsel süreçte din, kolaylıktan zorlaştırmaya, özgürleştiricilikten baskıcılığa, vahyin ruhundan kültürel darlıklara indirgenmiştir. Bu dönüşümde, özellikle nebî sonrası dönemlerde, sahabe ve tabiinin bazı uygulamalarının dondurulup “din” gibi sunulması ve “kılı kırk yaran” yorumlarla bu geleneklerin kutsanması önemli rol oynamıştır.

1. Ciltler Dolusu Kitaplar: Dini Açıklamak mı, Yoksa Bulandırmak mı?

İslam’ın ilk muhataplarına gelen Kur’an, açık ve anlaşılır bir hitapla gönderilmiştir:

“Apaçık Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” (Yûsuf 12/2)
“Biz bu Kur’an’da insanlar için her örnekten verdik ki düşünüp öğüt alsınlar.” (Zümer 39/27)



Oysa zamanla, bu açık mesaj; mezhep imamlarının fetvaları, hadis kitaplarının yığınları ve kelam kitaplarının spekülasyonları arasında yeni bir dinî katman hâline geldi. Dini tebliğ değil, tahkim ve tasnif uğraşısına döndü. Kur’an’ın anlam ufku yerine, insan sözleri referans alındı. Dinin ruhu, lafzın prangasına mahkûm edildi. Böylece:

Vahyin açıklığına karşılık, yorumların kapalılığı,

Allah’ın kolaylığına karşılık, insanların zorluğu yerleşti.


2. Sahabe ve Tabiin Dini: Samirileşen Temsil

Kur’an, insanların Allah’a karşı sadakatini yalnızca vahye bağlılıkla ölçer. Nebînin yakınında bulunmak ya da ondan sonra yaşamak, otomatik bir otorite değildir. Ancak zamanla “sahabe ve tabiinin yaptıkları” dinin özüne eşitlendi. Bu, tıpkı Samiri’nin "bu altın buzağı Tanrınızdır, Musa da onu unuttu" (Tâhâ 20/88) demesi gibi bir tavırdır.

Samiri altından put yapmıştı, bugünün samirileri ise tarihi davranışları “rasul izidir” diye satar. Oysa Allah şöyle uyarır:

“Onlar dinlerini parça parça ettiler ve grup grup oldular. Senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur.” (En’âm 6/159)



Buradaki “parça parça etmek”, dini sahabe, mezhep, yorumlar üzerinden sınıflandırıp kutsallaştırmaktır. Kur’an’ın bütünlüğü yerine, tarihsel davranışlar “şeriat” diye sunulmuştur.

3. Evirip Çevirip Din Adına Zorlaştırmak: Kur’an’a İhanet

Kur’an’ın mesajı açıktır:

“Biz sana kolay olanı kolaylaştıracağız.” (A’lâ 87/8)
“Allah sizi affetmek ister; ama onlar ise arzularının peşine uymanızı isterler. Allah size yük yüklemek istemez.” (Nisâ 4/27-28)



Buna rağmen, insanlar:

Her ibadeti formüllere çevirdiler,

Kur’an’da olmayan detayları “farz” saydılar,

Nebî’ye ait olmayanları ona mal ettiler,

Dini, anlaşılır yaşamdan çıkarıp fıkıh labirentine hapsettiler.


Bu, Allah’ın açık kitabına karşı gizli bir meydan okumadır.

4. Dini Zorlaştıranlar Kimlerdir?

Kur’an, dini zorlaştıranları açıkça eleştirir:

Haricîler gibi dini katılaştıranlar (bkz. Hadîs eleştirisi),

Ehli Kitap gibi bilgiyi tekel yapanlar,

Şeyh, imam, fakih gibi dinin önüne geçen figürler:


“Onlar bilginlerini ve din adamlarını Allah’tan ayrı rabler edindiler…” (Tevbe 9/31)



Yani Allah adına konuşan ama Allah’ın söylemediğini söyleyen herkes “zorlaştırıcı”dır.

5. Gerçek Kolaylık: Rasul’ün İzinden, Kur’an’la Gitmektir

Rasul, din koyucu değil, dinin tebliğcisidir. O da başka bir şey değil, yalnızca Kur’an’a çağırır:

“Ben yalnızca bana vahyedilene uyarım.” (En’âm 6/50)
“De ki: Ben size Allah’ın kitabını tebliğ ediyorum.” (Enbiyâ 21/45)



Rasul’ün izinden gitmek, onun vahye bağlılığına uymaktır; onun yaşadığı dönemin örflerine değil.


---

Sonuç: Allah’ın Dinini Kolaylaştırın, Engeller Kurmayın

Kur’an, hakikati insanlara ulaştırmak, içsel özgürlüğü sağlamak, bireyin aklını ve vicdanını uyandırmak için indirilmiştir. Bu yüzden onun mesajı ne tarihsel figürlerle sınırlıdır, ne de hacimli kitaplarla kuşatılabilir. Zorlaştırıcılar, Allah’a değil kendi egolarına çağıranlardır. Din, Allah’a aitse, onun kolaylaştırıcılığına sadakat göstermek, hakikatin ilk şartıdır.


---

Allah’ın Dinini “Muhammedi Dine Çevirmek ⚠️





Allah’ın Dinini “Muhammedî Din”e Çevirmek: Tevhid Dininden Şahıs Dinine Sapma

Giriş: Tevhid Dinine Gölge Düşüren Eğilim

Kur’an’a göre insanlığa gönderilen tek din vardır: “Allah’a teslimiyet dini” (el-İslâm). Bu din, Hz. Nuh’tan Hz. Muhammed’e kadar tüm nebilere vahyedilen evrensel bir çağrıdır. Ancak insanlık tarihi, bu dini evrensellikten çıkarıp şahıs merkezli mezhep ve gelenekler hâline getirmenin örnekleriyle doludur. Kur’an bu bölünmeyi şöyle eleştirir:

“Onlar, dinlerini parça parça edip fırkalara ayırdılar, her grup kendi elindekilerle böbürleniyor.”
(Rum 30:32)



Bu bağlamda, yalnızca “Muhammedî din” anlayışı değil, daha öncesinde “İsevî” ve “Musevî” adlandırmaları da aynı eğilimi yansıtır: Allah’ın dinini bir beşere indirgeyerek, tevhidi tahrif etmek.


---

1. Musa'yı Sevenlerin Teolojik Dönüşümü: Dinden Kavme ve Yasaya Geçiş

Kur’an, Hz. Musa’nın da yalnızca Allah’ın elçisi olduğunu açıkça bildirir:

“Musa’ya Kitabı verdik ve onu İsrailoğulları için bir rehber yaptık…”
(Secde 32:23)



Ne var ki tarihsel süreçte Musa’ya duyulan bağlılık, Allah’a yönelmekten çok, bir kavmi üstün görmeye ve Talmudik yasa düzenine dönüşmüştür. Allah'ın dininden çok, "Yahudilik" ve "Musevilik" gibi kavim ve kültür merkezli kimlikler ortaya çıkmıştır.

Kur’an bu zihniyeti şöyle eleştirir:

 “Onlar: ‘Sayılı birkaç gün dışında ateş bize dokunmayacak’ dediler. De ki: Allah’tan bu sözü mü aldınız?”
(Bakara 2:80)



Bu anlayış, ilahi adalet yerine "seçilmişlik" kibrini koymuş, Musa’nın öğrettiği Allah’a kulluk çağrısı, kabileci ve şekilci bir dine dönüştürülmüştür.


---

2. İsa’yı Sevenlerin Teolojik Dönüşümü: Allah’ın Elçisinden Tanrı Oğluna

Kur’an, Hz. İsa’yı da bir beşer ve Allah’ın vahyini taşıyan bir nebi olarak sunar:

“Mesih, Allah’ın bir elçisinden başka bir şey değildir…”
(Mâide 5:75)



Ancak zamanla “İsa sevgisi”, Allah sevgisinin önüne geçmiş; onun mucizeleri, ölümü, sözleri efsaneleşmiş ve nihayet İsa, dinin merkezine hatta ilah konumuna yerleştirilmiştir. Bu durum Kur’an’da açık biçimde reddedilir:

“Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara: ‘Beni ve annemi Allah’tan başka iki ilah edinin’ dedin mi?”
(Mâide 5:116)



Bugün Hristiyanlık, esasen Allah’ın dini değil, İsa merkezli bir sistemdir. Bu dinî kimlik, Allah’a kulluk değil, “İsa’ya iman” ile tanımlanır. Bu da dinin özünü şahsileştirme eğiliminin çarpıcı bir örneğidir.


---

3. Aynı Sapma: Muhammedî Din Algısı ve Yeni Bir Teolojik İnşa

Kur’an’a göre Hz. Muhammed’in misyonu, öncekilerle aynıdır:

“Sana da, senden öncekilere vahyettiğimiz gibi vahyettik…”
(Nisâ 4:163)



Ancak tarihsel süreçte onun adı etrafında yeni bir sözlü gelenek, hukuk sistemi, hatta medeniyet ideolojisi inşa edildi. Bu gelenek, Allah’ın Kitabı yerine hadis külliyatlarını; Allah’ın sünneti (sünnetullah) yerine “sünnet-i Muhammedî”yi ölçü alır hâle geldi.

Kur’an’ın net uyarısı vardır:

 “Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce nice elçiler gelip geçmiştir...”
(Âl-i İmrân 3:144)



Muhammed'i bir peygamber olarak değil, dinin değişmez kaynağı gibi gören bu anlayış, Kur’an merkezli değil, rivayet merkezli bir dinin temelini atmıştır. Böylece tıpkı Yahudilik ve Hristiyanlıkta olduğu gibi, “Allah’ın dini” şahıslaştırılarak “bir nebinin dini” hâline gelmiştir.


---

4. Allah’a Verilen Misak ve Nebîler Arasında Ayrım Yasağı

Kur’an, tüm nebîlerle Allah arasında bir sözleşme (misak) yapıldığını bildirir. Bu sözleşmenin bir maddesi de nebiler arasında ayrım yapmamaktır:

 “Biz Allah’a, gönderdiği kitaplara, peygamberlerine iman ettik. Onlardan hiçbirini ayırt etmeyiz.”
(Bakara 2:285)



Ne var ki bugün Müslümanlar, “en büyük peygamber bizimki” diyerek diğerlerini gölgede bırakmakta, hatta Allah’ın dinini sadece Hz. Muhammed’in dönemiyle ve kişiliğiyle sınırlandırmaktadır. Bu durum sadece teolojik bir hata değil, Kur’an’a aykırı açık bir ayrımcılıktır.


---

Sonuç: Dinin Sahibi Kimdir?

Allah, tüm insanlığa yalnızca tek bir din göndermiştir. Bu dinin sahibi Allah’tır, aracıları ise nebîlerdir. Bu dinin adı Kur’an’da sadece **“İslam”**dır; Muhammedilik, İsevilik ya da Musevilik değildir.

 “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, ondan asla kabul edilmeyecektir.”
(Âl-i İmrân 3:85)



Kur’an bizi, Allah’a teslim olmaya ve sadece O’na kul olmaya çağırır. Peygamberleri ilahlaştırmadan, onları Allah’ın sözünü ileten sadık elçiler olarak tanıdığımız sürece doğru yoldayız. Ama sevgiyi kulluğun önüne geçirir, nebileri dinin sahibi hâline getirirsek, Allah’ın dinini, insanların uydurduğu dinlerle değiş tokuş etmiş oluruz.

“Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini ve din adamlarını rabler edindiler...”
(Tevbe 9:31)




---

UYARI / HATIRLATMA


Bu metinlerde yer alan görüş, yorum ve çıkarımlar, beşerî çabanın bir ürünüdür.

Lütfen her ifadeyi Kur’an’ın bütünüyle değerlendirin; ayetlerin rehberliğinde tartın, ölçün ve doğrulayın. 

Hakikatin tek ölçüsü Allah’ın kitabıdır. Yanlış varsa bize, doğru varsa Allah’a aittir.

Diğer kategorize edilmiş yazılarımıza aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz


Müddessir Suresindeki "19" BÖLÜM 2






"Sekar: Ateşte Peki̇şen Tablet ve Müddessir Suresi’nin Gizli Hafızası"


---

Saygıdeğer Okuyucular,

Bugün sizlerle, Kur’an’ın gizemli ve bir o kadar derinlikli bir suresi olan Müddessir Suresi üzerinden, tarihsel, yazınsal ve vahyî bir iz sürmeye çalışacağız.

Kur’an’da geçen “üzerinde on dokuz vardır” ifadesi, çoğu zaman mistik ya da matematiksel bir diziyle ilişkilendirilmiştir. Ancak biz bu ifadeyi, Mezopotamya uygarlıkları bağlamında yeniden yorumluyoruz. Zira, bu coğrafyada yazı, kil tabletler üzerine yazılırdı. Tabletler önce kurutulur, ardından ateşte fırınlanarak kalıcılaştırılırdı.

Bu süreç, Kur’an’da Sekar olarak geçen, yakarak ortaya çıkaran ve hiçbir şeyi bırakmayan anlamlarına gelen ateşi bize hatırlatıyor. İşte burada, levvâha ve beşer kelimeleri devreye giriyor. Çünkü “levvâha” sadece cehennem değil; yüzeyi kavrulmuş bir yazı levhası, yani pişmiş bir tablet olabilir.

Ve 30. ayet diyor ki:

"Üzerinde 19 vardır."


Peki neyin üzerinde? Önceki ayetlerle bağlantılı olarak baktığımızda bu "üzerindeki" şeyin bir yazı yüzeyi, bir levha, yani vahyin yazıldığı bir form olduğu düşünülebilir.

Tarihi verilere göre Akatça, Musa döneminde bölgede kullanılan yazı diliydi ve bu dilde 19 sessiz harf bulunmaktaydı. Tevrat’ın ilk hali işte bu alfabe ile yazılmış olabilir. Kur’an’da A’râf Suresi 145. ayette diyor ki:

 “Musa için öğütten ibaret olan her şeyi levhalara yazdık…”


İşte bu levhalar, belki de ateşte pişirilerek kalıcılaştırılmış kil tabletlerdi. Üzerindeki 19 harf, sadece bir sayı değil; bir bilgi taşıyıcısıydı. Bilgiyi taşıyanlar kimdi?

Kur’an cevap veriyor:

“Ateşin sahiplerini sadece melekler yaptık…”
(Müddessir 31)



Evet, burada geçen “melek” kelimesi çoğuldur. Ve bu melekler, sadece fiziksel güçler değil, ilahi düzenin bilgi taşıyıcılarıdır.

Peki melekler neyi taşır?

Harfleri. Çünkü harfler, bilginin yapıtaşıdır. Harfler olmadan vahiy olmaz, kitap yazılmaz, mesaj iletilmez.

O halde şöyle diyebiliriz:

Harfler, Allah’ın Melik sıfatının yönettiği evrende görevli olan meleki güçlerin birer sembolüdür.


---

Bu noktada harf, melek ve melik arasında kurulacak bir üçgen; bize Kur’an’ın hem görünür yazı boyutunu, hem de gizli bilgi taşıyıcı sistemini kavratır.

Müddessir 31. ayette bu sayıların kitap ehlinin imanını arttıracağı söylenir. Bu çok çarpıcıdır. Zira burada Kur’an değil, doğrudan üzerinde 19 olan bir şey kitap ehli için bir iman vesilesidir.

Peki, kitap ehlinden Yahudi ve Hristiyanlarca da kabul edilen tek kitap nedir?

Tevrat.

Tevrat'ın ilk şekli, bu Mezopotamya yazı geleneğinde, belki de tam da bu 19 harfin üzerine kuruluydu. İşte bu nedenle “üzerindeki 19” sadece matematiksel değil, vahiysel bir hafızaya işaret ediyor olabilir.


---

Ve şimdilik şunu ifade etmeliyim:

Kur’an parçalı okunamaz. Parça parça inmiştir ama bir bütün içinde anlam bulur. O yüzden Müddessir Suresi, 19 sayısını sadece bir sayı olarak değil, ilahi bilginin, vahyin, yazının ve tarihin üstüne kazındığı sembolik bir sistem olarak sunuyor.

Bu sistemin içinde ateş, levha, harf, melek, melik ve kitap ehli bir bütün olarak görünür olur.

Ve en doğrusunu Rabbimiz bilir.


---

UYARI / HATIRLATMA


Bu metinlerde yer alan görüş, yorum ve çıkarımlar, beşerî çabanın bir ürünüdür.

Lütfen her ifadeyi Kur’an’ın bütünüyle değerlendirin; ayetlerin rehberliğinde tartın, ölçün ve doğrulayın. 

Hakikatin tek ölçüsü Allah’ın kitabıdır. Yanlış varsa bize, doğru varsa Allah’a aittir.

Diğer kategorize edilmiş yazılarımıza aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz


Müddessir Suresideki "19" BÖLÜM 3




Bölüm 2

Müddessir Suresi Çerçevesinde "19" Sayısının Semantik Derinliği ve Mezopotamya Yazı Geleneği ile Bağlantısı

Özet: Bu makalede, Kur'ân'ın Müddessir suresinde geçen "üzerinde 19 vardır" (74:30) ifadesi, klasik tefsirlerin ötesinde semantik ve tarihsel bir çerçeveyle ele alınmakta, Mezopotamya yazı dilleri ve levha geleneğiyle iliiyle ili\u015kilendirilerek yorumlanmaktadır. "Melek", "melik", "levh", "harf" ve "ateş" gibi Arapça kelimeler üzerinden geliştirilen kavramsal analizle, ayetin içerdiği sembolik doku açıklanmaktadır.


---

1. Giriş Kur'ân'ın 74. suresi olan Müddessir, içeriğinde yer alan 19 sayısı ile gerek klasik, gerekse modern yorumlarda dikkat çekici tartışmalara konu olmuştur. Bu sayının salt matematiksel bir anlamdan öte, yazı, vahiy, ateş ve melek kavramları etrafında örülü bir bilgi sistemine işaret ettiği düşünülebilir. Müddessir 30. ayette geçen "üzerinde on dokuz vardır" ("‘aleyhâ tis'ata 'aşar") ifadesinin, hem öncesindeki Sekar tasviriyle hem de ardından gelen "bunu sadece melek yaptık" ifadesiyle olan ilişkisi, ayetin yalnızca cehenneme değil, vahyin yazımsal taşıyıcılarına da işaret ettiği görüşünü desteklemektedir.

2. Ayet Bağlamında Semantik Değerlendirme

Sekar (سَقَر) kelimesi, kök itibariyle "yakıcı, kavurucu ateş" anlamı taşır. Fiil hali olan s-q-r kökü, ateşle dağlamak, yakmak gibi anlamlara gelir. Bu anlamlar, Mezopotamya'da yazının kil tabletler üzerine yazılması ve ateşte pişirilerek kalıcılaştırılması uygulamasıyla çarpıcı bir sembolik bağlantı sunar.

Levvâha (لَوَّاحَةٌ لِّلْبَشَرِ) (74:29) ifadesinde geçen "levvâha" kelimesi, l-w-ḥ kökünden gelir ve "yakıp ortaya çıkaran, kavuran, parlatan" anlamına gelir. Aynı zamanda levh (لَوْحٌ) kelimesiyle de etimolojik akrabalığı vardır. Bu da Müsâ'ya verilen levhalarla (A'râf 145) bağlantı kurmamıza imkân tanır.

Beşer (بَشَر): Ayetteki "beşer" kelimesi, hem insan anlamına gelir hem de insanın dış derisi, yani "yüzeyi" ifade eder. Bu da levvâhanın yaktığı şeyin bir yazı yüzeyi olabileceği fikrini güçlendirir.


3. 19 Sayısının Tarihsel Bağlantısı: Akat Alfabesi Üzerinden Yaklaşım

Tarihsel olarak, Mûsâ peygamberin döneminde Mezopotamya bölgesinde yaygın olan yazı sistemi, Akatça ve Sümerceye dayanmakta olup, Akatça alfabenin 19 sessiz harften oluştuğu bilinmektedir. Bu bilgi, Müddessir suresindeki "üzerinde 19 vardır" ifadesini klasik anlamdan çıkararak, "levha üzerindeki harf sayısı" olarak yorumlamaya olanak tanır. Bu durumda, cehennem tasviriyle birlikte gelen levvâha ve beşer ifadeleri, yazının fiziksel ortamı olan kil tabletlerin ateşte pişirilerek kalıcılaştırılmasını ima eder.

4. Melek, Melik ve Harf: Kavramsal Bir Bağlantı

Melek (مَلَك) ve Melik (مَلِك) kelimeleri, Arapçada aynı m-l-k kökünden türemiştir. Melik, yönetici; melek ise bu yönetimin emrindeki elçi kuvvetler, yüretici ilkeler olarak tanımlanabilir. Kur'an'da meleklerin bilgi taşıdığı, vahyi ulaştırdığı ve yazım kaydı yaptığı açıkça belirtilir (Abese 15–16).

Bu durumda, harfler ilahi vahyin yazımsal taşıyıcıları olarak, Allah'ın Melik sıfatı altında yönetilen Melekîmsi semboller olarak okunabilir. İlahi mesaj, hem meleklerce taşınmakta hem de harf harf ışıklanarak yazılmaktadır.


5. Kitap Ehli Bağlamı: 31. Ayetteki Vurgu

Müddessir 31. ayette, 19 sayısının kitap ehlinin imanını artıracağı belirtilir:

> "...Kendilerine kitap verilenler kesin olarak inansın, iman edenlerin de imanları artsın diye..."



Bu vurgu, sadece Kur'an ehlini değil, Yahudi ve Hristiyanları da kapsar. Tevrat'ın Musa'ya levhalar şeklinde verilmesi, bu levhaların üzerindeki yazının 19 harfli bir sistemle kaydedilmiş olabileceği ihtimalini gündeme getirir. Bu, hem vahiy geleneğinin ortak paydasını, hem de tarihsel ışığın Kur'an'da yansımasını gözler önüne serer.

6. Sonuç

Müddessir Suresi'nin 30–31. ayetleri, klasik cehennem yorumu ile sınırlandırıldığında birçok sembolik anlam göz ardı edilmektedir. Bu makale, "üzerinde 19 vardır" ifadesini, Mezopotamya yazı tarihine, kil tablet geleneğine ve Akatça harf sistemine dayalı olarak yeniden değerlendirmekte; melek-harf-melik üzerinden bir bilgi metafiziği inşa etmektedir. Harfler, melik olan Allah'ın yönetimindeki melekîmsi kodlardır; levh ise bunların yüzeye vurduğu yerdir. En doğrusunu elbette Allah bilir. Ancak bu yorum, hem tarihsel hem de kavramsal tutarlılık arayanlar için anlamlı bir kapı aralamaktadır.



UYARI / HATIRLATMA


Bu metinlerde yer alan görüş, yorum ve çıkarımlar, beşerî çabanın bir ürünüdür.

Lütfen her ifadeyi Kur’an’ın bütünüyle değerlendirin; ayetlerin rehberliğinde tartın, ölçün ve doğrulayın. 

Hakikatin tek ölçüsü Allah’ın kitabıdır. Yanlış varsa bize, doğru varsa Allah’a aittir.

Diğer kategorize edilmiş yazılarımıza aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz

29 Haziran 2025 Pazar

HAK DİNE KARŞI TİYATRO 🎭





Onların Dinleri: Gösteri, Zan ve Aracılığa Dayalı Bir İnanç Tiyatrosu

Giriş: Din mi, Tiyatro mu?

Kur’an, bazı dinî yapı ve anlayışları "onların dini" olarak tanımlar; bunlar hakikate çağıran değil, göz boyayan, korku ve umut sömürüsüyle insanları tahakküm altına alan inanç sistemleridir. Bu tür yapılar, insandaki en zayıf eğilimleri hedef alır: mucize beklentisi, gösteri arzusu, kolay kurtuluş hayali ve başkasına sorumluluk devretme isteği. Allah’a doğrudan yönelmek yerine, araya simgeler, kişiler, yapılar ve kurumlar sokarak hakikatin üstünü örter. Kur’an, bu yapıları keskin bir eleştiriyle ifşa eder.


---

1. Mucize Dini: Göz Büyüsü ile İnşa Edilen İman

Onların dinleri duymak değil, görmek ister. Kalple değil, gözle inanmak isterler. Gözle görülür bir “mucize” olmadan iman etmezler. Oysa Kur’an, mucize talebini inkârın bahanesi olarak gösterir. Nahl 35’te şöyle denir:

 “Resûllere düşen, yalnızca apaçık tebliğdir.”



Tarih boyunca Musa’dan asa, İsa’dan çamurdan kuş, Muhammed’den göğe çıkma veya yerden pınar fışkırtma istenmiştir. Bunlar, hakikati arayan değil, izlemek isteyen bir zihniyetin ürünüdür. Mucize, iman üretmez; sadece gösteri tatmini sağlar. Kur’an bu yüzden “ayet” (işaret, delil) kavramını kalbe ve akla hitap eden içsel bir çağrı olarak sunar.


---

2. Göğe Merdiven: Yukarıda Aranan Tanrı

Onların tanrısı yeryüzünde bulunmaz, göğe çıkar. Firavun’un şu sözleri bunu yansıtır:

“Ey Hâmân! Bana yüksek bir kule yap, belki göklere çıkarım da Musa’nın Tanrısını görürüm.” (Mü’min 36–37)



Bu yaklaşım, tanrıyı fiziksel bir konuma yerleştirme çabasıdır. Tanrı'yı göğe yerleştiren bu inanç, O’nu yeryüzü adaletinden, vicdanlardan ve kelâmından uzaklaştırır. Oysa Kur’an, Allah’ın ayetlerini yeryüzüne yaymıştır. Onların dini göğe merdiven yaparken, Kur’an insanın kalbinde bir anlam kapısı açar.


---

3. Aracı Dini: Şefaat Ticareti ve Din Adamı Sınıfının İstismarı

“Onların dininde” insan Allah’a doğrudan yönelemez. Araya aracı koyarlar: veli, evliya, ruhani lider, din adamı, tarikat şeyhi, aziz… O olmadan dua edilmez, ibadet eksik kalır, affa ulaşılmaz. Kur’an bu zihniyeti şöyle eleştirir:

“Onlar, Allah ile kendi aralarına şefaatçiler koyarlar; ‘Bunlar bizi Allah’a yaklaştıracak’ derler.” (Zümer 3)



Bu anlayış, dini ruhban sınıfının tekelinde bir pazara dönüştürür. Kur’an ise herkesi doğrudan Allah’a muhatap kılar. Hiçbir aracı, simsar, şefaatçi veya kurum gerekli değildir. Tevbe 34 şöyle der:

“Hahamların ve rahiplerin çoğu insanların mallarını haksız yollarla yerler ve Allah yolundan alıkoyarlar.”




---

4. Sihirli Dernekler ve Güçlü Adamlar: Efsane Dini

Onların dininde anlatılar hakikatin önüne geçer. Kahramanlar, ejderhayla savaşanlar, devasa güçleri olan seçilmiş kişiler, mistik tarikatlar, sır taşıyan dernekler... Bu tarz kurgular, gerçekliği bastırır. Kur’an buna karşı şöyle seslenir:

“Sana Ashâb-ı Kehf’i ve Rakîm’i mi soruyorlar? Rableri onları en iyi bilendir.” (Kehf 9)



Bu ayet, detaylara saplanan ve efsaneye tapan din anlayışını uyarır. Hikâyeler, hakikatin değil, hatırlamanın aracıdır. Fakat onların dini, anlatıyı amaca dönüştürür.


---

5. Tuğladan Göğe Kule: Materyal Güçle Kutsallık Arayışı

Onların dini fiziksel yapılarla güç arar. Tanrı’ya yakınlaşmak için devasa mabetler, ihtişamlı saraylar, altın süslemeler inşa ederler. Firavun’un kule talebi ya da Nemrut’un Tanrı’yla savaş hayali bu yapının ürünüdür. Kur’an ise basit bir metaforla bu zihniyeti çürütür:

“Evlerin en zayıfı, örümcek evidir.” (Ankebut 41)



İnanç, göğe tuğla dizmek değil, yere adalet kurmaktır. Gösterişli yapılar, sarsılmaz sanılır ama içi boştur. Onların dini kaleye örtü örter; Kur’an ise kalbi arındırır.


---

6. Zan ve Hurafe: Bilinmezliğe Tapmak

Bilmediğini yücelten bir zihniyet... Zan, hurafe, hikmetli görünen ama temelsiz inançlar... Kur’an, zanla inşa edilen dini böyle uyarır:

 “Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Zan ise hakikat adına hiçbir şey ifade etmez.” (Yunus 36)



Gizemli olduğu için “kutsal” sanılan, sorgulanmayan her şey bu yapıya hizmet eder. Hak din, açıklığı ve sorgulamayı esas alır.


---

7. Nesne Dini: Kitap, Mekân, Emanet Fetişizmi

Onların dini nesneleri kutsar: dokunulmaz kitaplar, yalnızca izlenen ama anlaşılmayan metinler, kutsal taşlar, elbiseler, emanetler... Oysa Musa'nın kavmi buzağıya taparken Kur’an bunu açıkça eleştirir:

“O (buzağı), onlara bir beden gibi göründü ama konuşmazdı.” (Taha 88)



Hak din nesneleri değil, işaret ettikleri anlamı önemser. Onların dini şekli yüceltir, içeriği unutur.


---

8. Başarının Dini: Zenginliği İlahi Onay Sanmak

Zengin olan, güçlü olan, saygın olan Allah tarafından sevilmiştir inancı... Karun şöyle der:

“Bu servet bana sahip olduğum bilgi sayesinde verildi.” (Kasas 78)



Oysa Kur’an, servetin bir sınav olduğunu öğretir. Onların dini, dünyevi başarıyı ahiret onayı zanneder. Kur’an ise bu illüzyonu yıkar.


---

9. Tören Dini: Biçimin Ruhu Boğduğu Bir İbadet

Törenler, ritüeller, seremoniler... İbadet anlamdan kopunca bir gösteriye dönüşür. Salât şekle dönüşür, kurban ruhsuzlaşır. Oysa Kur’an der ki:

“Namaz kötülükten alıkoymazsa, amacını yitirmiştir.” (Ankebut 45)



Hak din, davranışa dönüşmeyen ibadeti reddeder.


---

10. Zaman Putçuluğu: Sayılar ve Günlerin Kutsanması

Onların dini rakamlarla uğraşır: 19’un sırrı, 7’nin kutsallığı, o gece, bu gün… Fakat Kur’an şunu söyler:

“Geceyi gündüze, gündüzü geceye çeviren Allah’tır.” (Al-i İmran 27)



İman bir sayıda değil, bir tutumda yaşar. Gün kutsal değil; yaptığın iş kutsaldır.


---

11. Kimlik Dini: Eylem Yerine Etiketle Dindarlık

“Biz Müslümanız” der ama Kur’an’ın ahlakı yoktur. Din bir etiket, bir kimlik olur. Kur’an bu zihniyeti şöyle teşhir eder:

“Onlar, ‘Biz atalarımızı böyle bulduk’ derler.” (Bakara 170)



Ataların dini, hak dinin en büyük düşmanıdır.


---

Sonuç: Onların Dinleri ve Hak Din Arasındaki Derin Fark

Kur’an, sahte din anlayışlarını "atalar dini", "zan dini", "mucize dini" ya da "aracı dini" gibi ifadelerle yerer. Onların dini, Allah’ı değil; Allah adına konuşanları kutsar. Ayeti değil; kerameti över. Sözün hakikatini değil; gösterinin etkisini sever.

Oysa hak din yalındır, doğrudur, aracısızdır:

 “Allah’a, dinini yalnız O’na has kılarak kulluk edin.” (Zümer 2)



Onların dininde merdivenler, kuleler, şefaatçiler, simyacılar vardır. Ama hak dinde sadece Allah ve sen varsın. Aracısız, pazarlıksız, gösterisiz bir hakikat... Sadece senin kalbin ve Rabbinin kelâmı…


---

UYARI / HATIRLATMA


Bu metinlerde yer alan görüş, yorum ve çıkarımlar, beşerî çabanın bir ürünüdür.

Lütfen her ifadeyi Kur’an’ın bütünüyle değerlendirin; ayetlerin rehberliğinde tartın, ölçün ve doğrulayın. 

Hakikatin tek ölçüsü Allah’ın kitabıdır. Yanlış varsa bize, doğru varsa Allah’a aittir.

Diğer kategorize edilmiş yazılarımıza aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz

Kâbe’ye Neden Örtü Örterler ? 🕋




🕋 Kâbe’ye Neden Örtü Örterler? Altın Oluklar, Süslü Kapılar Neden? Bu Zihin Neyi Gizler?


---

1. Kâbe’nin Örtülmesi: Şeffaf Hakikatin Gizlenmesi

Kur’an’da Kâbe, “el-Beyt” yani “ev” olarak tanımlanır. Ve bu evin özelliği, “mübârek” ve “hidayet kaynağı” oluşudur (Âl-i İmrân 96). Fakat dikkat edin: Kur’an'da geçen bu ev sade, gösterişsiz, herkesin yöneldiği açık bir mekândır.

Ama tarih içinde Kâbe:

Örtülmüş,

Altınlarla süslenmiş,

Kapısı yükseltilmiş,

İçeri girilmez hale getirilmiş.


Bu değişim, sadece estetik değil, zihinsel ve teolojik bir dönüşümün dışavurumudur.


---

2. Örtmek: Evi Yüceleştirmek mi, Evi Saklamak mı?

Kâbe’ye örtü örtmek bir anlamda onu “çıplaklıktan kurtarmak” gibi sunulur. Ama çıplaklık burada aslında doğallık ve açıklık demektir.

Kur’an’da “örtmek” (كفر, kufr) kelimesi zaten hakikati gizlemek anlamına gelir. Dolayısıyla örtü, sadece fiziksel değil anlamsal bir örtmedir.


> Bu, Kâbe’nin Allah’a değil, otoriteye, gösterişe ve şekilciliğe yönlendirilmesidir.




---

3. Altın Oluklar ve Süslü Kapılar:

Bunlar neyi anlatır?

Tanrısal olanla insan yapımı olanı karıştırmak.

Allah’ın evi olarak tanımlanan sade ve açık mekâna kraliyet sarayı görünümü vermek.

Hac ibadetini bir tören, gösteri, ihtişam alanına çevirmek.


> Tıpkı Firavun’un sarayı gibi, altın ve debdebe, tevhidin özünü değil, dünyaya ait iktidarın estetiğini temsil eder.




---

4. Kapının Yükseltilmesi:

Kâbe’nin kapısı yerden yükseğe alınmıştır. Bu bile başlı başına bir “erişilmezlik” mesajıdır.

Kur’an’da Allah'ın evi “tüm insanlar için kurulan ilk ev”dir (Âl-i İmrân 96).

Ama kapının yükseltilmesi, oraya ancak “belirli yetkililer”in ulaşabilmesi, tevhidin eşitliğine karşı bir hiyerarşi üretir.



---

5. Bu Zihin Ne Yapıyor?

Tevhidi, ritüele indirger.

Sade olanı, kutsal ambalajlarla paketler.

Açık olanı, örtüp gizemli kılar.

Hidayet merkezi olan bir yapıyı, turistik ya da politik bir mekâna çevirir.



---

🌑 Sonuç: Bu Zihin Ne Gizler?

Allah’ın evini, Allah’tan uzaklaştırır.

Hakikati, biçime boğar.

İnsanlara yönelişi, iktidara yönelişe dönüştürür.

Sade hakikati, süslenmiş hurafelere ve otorite yapılarına kurban eder.


---


UYARI / HATIRLATMA


Bu metinlerde yer alan görüş, yorum ve çıkarımlar, beşerî çabanın bir ürünüdür.

Lütfen her ifadeyi Kur’an’ın bütünüyle değerlendirin; ayetlerin rehberliğinde tartın, ölçün ve doğrulayın. 

Hakikatin tek ölçüsü Allah’ın kitabıdır. Yanlış varsa bize, doğru varsa Allah’a aittir.

Diğer kategorize edilmiş yazılarımıza aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz

Nebi Arkadaşımızdır. 🌿





 “Nebi Arkadaşımızdır” Evet doğru duydunuz Bu yazı; “sâhibukum” (arkadaşınız) ifadesiyle başlayan Necm 53:2, “içinizden bir elçi geldi” diyen Tevbe 9:128, ve "ben de sizin gibi bir beşerim" diyen ayetleri temel alarak nebî anlayışını yüceltmeden, uzaklaştırmadan değerlendirir.


---

🌿 Nebi Arkadaşımızdır

Kur’an’da Nebî Figürü ve Yakınlık Temsili

1. Giriş: Uzaklaştırılan Peygamber, Yabancılaştırılan Mesaj

Peygamber anlayışı, tarih içinde çeşitli inanç sistemlerinin etkisiyle “ulaşılmaz kutsal şahsiyet” haline gelmiş, nihayetinde halktan koparılmıştır. Oysa Kur’an’ın ortaya koyduğu peygamber tasviri, halkının içinden, onlarla birlikte yaşayan, acılarını paylaşan, yük taşıyan, “arkadaş” bir insandır. Bu yazı, Kur’an’da geçen "sâhibukum = arkadaşınız" ifadesi üzerinden, nebinin konumunu, topluma yakınlığını ve mesajın güvenilirliğini tartışmayı amaçlar.


---

2. Kur’an’da “Sâhibukum” İfadesi: Birlikte Yaşanmışlık Tanıklığı

Kur’an, özellikle Mekke müşriklerine hitap ederken Hz. Muhammed için şu ifadeyi kullanır:

“Sizin arkadaşınız sapmadı ve azmadı.”
(Necm 53:2 — مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَىٰ)



Bu ayette geçen “sâhibukum” kelimesi “yakın dost”, “birlikte yolculuk edilen kimse”, “arkadaş” gibi anlamlar içerir. Bu ifade, Mekkelilere hitaben, onunla çocukluktan beri yaşayanlara söylenmektedir. Yani Kur’an, peygamberi tanıtmak için onun resmî unvanlarını değil, halkla kurduğu samimi ilişkiyi ve onlarla yaşanmış hayatı öne çıkarır.


---

3. Nebî Bir Arkadaştır: Dışardan Değil, İçerden Gelen

Pek çok ayette elçilerin halkın içinden seçildiği özellikle vurgulanır:

“İçinizden öyle bir elçi geldi ki; sizin sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir, size çok düşkündür. Müminlere karşı şefkatli ve merhametlidir.”
(Tevbe 9:128)



“Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Bana, ilâhınızın yalnızca bir tek ilâh olduğu vahyediliyor.”
(Kehf 18:110)



Bu ayetlerde görüldüğü gibi, nebi:

Toplumun içinden biri,

Onların acısıyla sarsılan bir dost,

Onlara yük olmayan, yük taşıyan biridir.



---

4. Dostluk Bağı: Güven, Ahlak ve İstikamet

“Arkadaşınız sapmadı” vurgusu, hem ahlaki güvenilirlik hem de istikamet teması taşır. Mekkeliler onu “el-Emin” (güvenilir) olarak tanıyorlardı. Kur’an, bu güven ilişkisini canlı tutarak şöyle der:

“Size vahyedilene uyun. O sapmamıştır, azmamıştır. O kendi hevasından konuşmaz; söyledikleri ancak kendisine indirilen bir vahiydir.”
(Necm 53:2–4)



Burada:

Onun sözü vahiyden ibarettir.

Hevâsından (kişisel arzu, sapma) konuşmaz.

Söyledikleri güvenilirdir çünkü sizin arkadaşınızdır.



---

5. Peygamberliğin İnsanî Yüzü: Yalnızlaştırmadan Anlamak

Kur’an’da nebi; toplumdan kopuk, yüceltilmiş bir heykel değil; ağlayan, üzülen, korkan, sorgulayan, zaman zaman yalnızlık hisseden bir insan olarak anlatılır. Hatta Kur’an şöyle der:

“Andolsun, senden önce gönderdiğimiz elçiler de elbette yemek yerlerdi ve çarşılarda dolaşırlardı.”
(Furkan 25:20)



Bu ayetler, elçiliğin yalnızca mesaj taşımak değil, aynı zamanda bir hayat biçimini paylaşmak olduğunu gösterir.


---

6. Sonuç: Uzaklaştırma Değil Yakınlaştırma

Kur’an’ın sunduğu nebî modeli; toplumun içinden, onunla yaşayan, halkı için çırpınan bir yakın dost ve güvenilir yol arkadaşıdır. O, göklere çıkarılan değil, yeryüzünde yük taşıyan biridir.

“Nebiler bizim arkadaşlarımızdı. Onlar gibi düşünmeye, onlar gibi yürümeye ve onların taşıdığı emaneti omuzlamaya çağrılıyoruz.”




---

🔚 Vurgulu Son Söz:

“Sâhibukum” ifadesi, peygamberi yüceltmeden yüceltmenin; onu tanrılaştırmadan sevmenin Kur’anî formülüdür. Çünkü arkadaş kutsanmaz, anlaşılır; arkadaşın sözüne itimat edilir, yükü paylaşılır.”


---

UYARI / HATIRLATMA


Bu metinlerde yer alan görüş, yorum ve çıkarımlar, beşerî çabanın bir ürünüdür.

Lütfen her ifadeyi Kur’an’ın bütünüyle değerlendirin; ayetlerin rehberliğinde tartın, ölçün ve doğrulayın. 

Hakikatin tek ölçüsü Allah’ın kitabıdır. Yanlış varsa bize, doğru varsa Allah’a aittir.

Diğer kategorize edilmiş yazılarımıza aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz



Rabbim Dosdoğru Yol Üzeredir ✨




✨ Rabbim Dosdoğru Yol Üzeredir

Hûd Suresi 56. Ayet Üzerine Kavramsal Bir İnceleme


---

1. Giriş: İlahi Yolun Sahibi mi, Öznesi mi?

Kur’an’da “sırât-ı müstakîm” (dosdoğru yol) kavramı çoğunlukla insanların yönelmesi gereken bir ilke sistemi olarak sunulur. Ancak Hûd Suresi 56. ayette geçen, “Rabbim dosdoğru yol üzeredir” ifadesi bu algıyı ters yüz eder. Bu ayet, Allah’ın sadece bir yol belirleyici değil, bizzat o yolun üzerinde ve temsilcisi olduğunu vurgular. Bu ifade, hem teolojik hem ontolojik olarak derin anlamlar içerir.


---

2. Ayetin Bağlamı ve Konuşmacısı

Ayetin tamamı şöyledir:

> “Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Hiçbir canlı yoktur ki O’nun tarafından tutulan perçemi olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yol üzerindedir.”
(Hûd 11:56)



Bu söz, Hz. Nûh’un, kavminin tehdidi karşısında verdiği cevaptır. Tehdit ve korku karşısında Allah’a güvenen peygamber, Rabbini kararlılığı, yasallığı ve adaletiyle tanıtarak kendisine güvenme gerekçesini temellendirir. Ayet, Allah’ın evreni yöneten keyfî bir güç değil, ilkelerle iş gören bir Rab olduğunu bildirir.


---

3. “Sırât-ı Müstakîm” Ne Anlama Gelir?

Kur’an’da geçen “sırât-ı müstakîm” ifadesi:

Sırât: Yol, güzergâh, takip edilen yönelim.

Müstakîm: Dosdoğru, eğrilikten uzak, kararlı ve tutarlı.


Bu yol, hem bireysel anlamda insanın yaşam çizgisi, hem de evrensel anlamda Allah’ın varlığa yüklediği düzenli yasalar bütünüdür. Allah’ın bu yol üzerinde olması, O’nun bütün işlerini:

Adaletle

Tutarlılıkla

Hikmetle

Ölçüyle yaptığını bildirir.



---

4. Allah’ın Sırat Üzerinde Olması Ne Demektir?

Bu ifade, birkaç temel ilkede toplanabilir:

a) İlahi Yönetimde İlkesellik Vardır

Allah, kararlarında keyfî davranmaz. O'nun rahmeti, gazabı, bağışlaması ya da cezalandırması, hep “sırât-ı müstakîm” üzerindedir. Bu, O’nun:

Hesap veren değil, hesap gören

Değişken değil, kararlı

Çelişen değil, tutarlı


bir varlık olduğunu gösterir.

b) Allah’ın Yoluna Uymak, O’nun Davranış Modelini Takip Etmektir

Müminler, Allah’ın dosdoğru yol üzerinde olduğunu bildiklerinde, O’nun ilkelerini model alırlar. “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak” (et-tehalluk bi-ahlâkillâh) deyimi, tam da buradan doğar. O halde sırât-ı müstakîm:

Salt bir emirler listesi değil,

Allah’ın karakterinin evrene yansımasıdır.



---

5. Tevhid İlkesiyle Bağlantısı

Bu ayet, Allah’ın birliğini sadece varlık olarak değil, yönetim tarzı ve değer sistemi olarak da vurgular. Tevhid:

Sadece “tek Tanrı inancı” değil,

Tek ilkeye bağlılık, tek yasanın hâkimiyeti, çoktanrıcılığa karşı sistemsel tutarlılıktır.


Şirk, Allah’ın bu dosdoğru çizgisine başka kaynaklar eklemek, eğrilikler sokmaktır. Bu nedenle ayet, tevhidi ahlaki ve yönetsel bir ilke olarak kurar.


---

6. Allah’a Güvenin Dayanağı: İlkesel İstikrar

Nûh’un kavmine karşı bu sözleri, iman edenlerin tarih boyunca korkusuz kalmalarını sağlayan bir hakikati temsil eder:

> Allah keyfî değil, kararlıdır.
O’nun sisteminde rastlantı değil, ölçü; zulüm değil, adalet vardır.



Bu güven, peygamberlerin risalet sürecindeki en güçlü dayanaklardan biridir. Aynı zamanda mümin bireyin içsel dinginliği de buradan beslenir.


---

7. Sonuç: “Rabbim Dosdoğru Yol Üzeredir” Ne Demek?

Allah’ın adaleti sabittir.

Allah’ın cezalandırması ölçülüdür.

Allah’ın affı bile keyfî değil, hikmete dayalıdır.

İlahi sistem bir hukuk ve ahlak sistemidir.

Bu sistemin sahibi de bizzat o sistemin ilkelerine bağlıdır.


Bu ayet, Allah-insan ilişkisinde güveni sağlayan temel taşıdır. İnsan bilir ki, Allah’ın yaptığı her şey, dosdoğru bir yolun üzerindedir. Bu ise hem tevhidi sağlamlaştırır, hem ahlakı.


---


UYARI / HATIRLATMA


Bu metinlerde yer alan görüş, yorum ve çıkarımlar, beşerî çabanın bir ürünüdür.

Lütfen her ifadeyi Kur’an’ın bütünüyle değerlendirin; ayetlerin rehberliğinde tartın, ölçün ve doğrulayın. 

Hakikatin tek ölçüsü Allah’ın kitabıdır. Yanlış varsa bize, doğru varsa Allah’a aittir.

Diğer kategorize edilmiş yazılarımıza aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz

Uzaklardan Gelen İsimsiz Adam 👤




🕊️ Uzaklardan Gelen Hakikat: Yâsîn Suresi’ndeki İsimsiz Adamın Kıssası

📜 Ayetler (Yâsîn 36:13–27) Arasında Geçen Olay:

Kur’an, Yâsîn Suresi’nin 13. ayetinden itibaren, bir şehre gönderilen üç elçiden ve bu elçilerin toplum tarafından reddedilmesinden bahseder. Halk, elçileri yalanlar, onları taşlamakla tehdit eder. İşte bu esnada şehrin en uzak yerinden bir adam belirir.

“Ve şehrin en uzak köşesinden bir adam koşarak geldi. Dedi ki: 'Ey kavmim! Bu gönderilenlere uyun. Sizden hiçbir ücret istemeyen, doğru yolda olanlara uyun.'”
(Yâsîn 36:20–21)



Adam sadece söz söylemez, koşar. Ve hemen ardından gelen ayetlerde öldürülür; fakat onun için "cennet" müjdesi verilir.


---

🧭 1. Uzaklık ve Yakınlık: Fiziksel Değil, Ahlâkî Bir Harita

Bu kıssada coğrafya değil vicdan haritası çizilir. Adam, merkezden fiziksel olarak uzak olabilir ama hakikate en yakın kişidir. Tam tersi, şehir merkezindekiler (toplumun elitleri, kanaat önderleri) gerçeğe karşı en kör ve kibirli olanlardır.

Bu durum Kur’an’ın birçok kıssasında tekrar eder:

Lut kavminin azgınları şehir merkezindedir, Lut ise dışlanmıştır.

Musa’ya destek olan kişi sarayın dışından gizlice yaklaşır.

İbrahim ateşe atılırken, halkın merkezî gücü zulmetmektedir.

Ashâb-ı Kehf mağaraya çekilmiştir; şehirdekiler yozlaşmıştır.


🔁 Ders: Hakikat çoğu zaman merkeze değil, kenarlara siner.


---

🧍‍♂️ 2. İsimsiz Ama Ölümsüz: Temsilî Bir Karakter

Kur’an bu adamın adını vermez. Neden?

Çünkü bu adam her dönemde, her şehirde, her toplumda olabilir.

Adının olmaması, onun zamansız bir şahsiyet olduğunu gösterir. Bu adam, bugün de var olabilir:

Gerçekleri dillendiren ama sistem dışında kalan vicdan sahipleri,

Aklını ve kalbini kullanarak çoğunluğun aksine hakikate yönelen insanlar,

Halk arasında sessiz yaşayan ama bir an geldiğinde cesurca öne çıkan bireyler…


📌 O bir kişi gibi görünür ama aslında hakikatin sesidir.



---

🕯️ 3. Koşmak: Bilinçli Bir İyilik Aceleciliği

“Koşarak geldi” ifadesi (يَسْعَىٰ) sıradan değildir. Bu adam koşar çünkü vakit kaybı, zulme ortaklıktır.
Bu koşu bir eylem çağrısıdır:

Hakikatin yanında olmak için zaman bekleme,

İyiliği savunmak için resmî yetki arama,

Toplumun dönüşmesi için kalabalıkları değil, kararlılığı önemse.


⏳ Zaman akıyor. Adam bunu anlamış, koşmuştur.



---

⚖️ 4. Öldürülmesi: Gerçeğin Bedeli

Bu adam, sadece konuştuğu için öldürülür. Elçi bile değildir ama onların yanında yer aldığı için susturulur.

Bu, tarihte tekrar eden bir örüntüdür:

Habil öldürülür, sadece haklı olduğu için.

Şuayb kavmi, “ya bizim gibi ol ya da seni taşlarız” der.

Ashâb-ı Uhdûd, imanlarından dolayı diri diri yakılır.

Hz. Muhammed'e “ya sus ya da…” denir.


Kur’an’ın verdiği mesaj açıktır:
Hakikati savunmanın bedeli olabilir. Ama karşılığı, Allah katındadır.




---

🪷 5. “Keşke kavmim bilseydi…”

Adam öldürüldüğünde Kur’an onun şu sözünü aktarır:

“Keşke kavmim Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırdığını bilseydi!”
(Yâsîn 36:26–27)



Bu, kin değil; tebliğ ve merhamet temennisi dolu bir ifadedir. Onu öldüren kavmine bile hâlâ uyanmaları için bir çağrı vardır.
Gerçek bir mü’min, düşmanına bile acır. Çünkü mesele düşmanlık değil, hakikatin tanınmasıdır.


---

🌍 Günümüz İçin Dersler:

🔹 Gerçekler bazen “merkezden” değil, “kenardan” yükselir.
🔹 Kalabalık olmak değil, cesur ve kararlı olmak önemlidir.
🔹 Sessiz kalmak, haksızlığa ortaklıktır.
🔹 Herkes sustuğunda, konuşan bir kişi tüm kaderi değiştirebilir.
🔹 İsmin yoksa da tarihe iz bırakabilirsin.


---

🧩 Kıssa Yorumu Sonuç:

Yâsîn’deki o isimsiz adam, bir kişiden çok bir tavır, bir ahlâkî duruş, bir çağrıdır.
Bugün de her şehirde, her sistemde “uzakta” olan ama vicdanı uyanık insanlar vardır. Onlara düşen görev, gerçeği görüp koşarak o hakikate destek olmaktır.

“Merkez” senin bulunduğun yer değil, doğrunun olduğu yerdir.
Gerçek bir mü’min, ne kadar uzak olursa olsun, oraya koşarak gider.


---

ARABIN EŞEĞİ 🦓✒️




Adamın birinin tarlasına bir eşek girer. Sürüp ekip sulamak için ter döktüğü tarladaki ekinleri yemeye başlar. Şimdi bu eşeği nasıl çıkarsın adam? 

Cevap vermesi zor bir soru!

Adam hemen hızla eve gider. Alet edevatlarını getirir. İşin beklemeye tahammülü yok!

Uzun bir sopa, bir çekiç, bir miktar çivi ve bir de büyükçe bir tabaka mukavva getirir. Mukavvanın üzerine şöyle yazar: "Ey eşek tarlamdam çık!"




Sonra mukavvayı uzun sopaya çakar, çivi ve çekiçle. Tarladaki ekinleri yemekte olan eşeğin yanına varır. Elindeki pankartı kaldırır ve sabahın köründen itibaren elinde pankartla dikilir, ta güneş batıncaya kadar. Fakat eşek çıkmaz!

Adam şaşkındır. "Belki de eşek pankartta ne yazıldığını anlamamıştır?"

Eve döner ve yatar uyur. Ertesi sabah çok sayıda pankart hazırlar. Çocuklarını ve komşularını da çağırır. Köy halkını galeyana getirir. Yani bir zirve toplar. İnsanları kuyruklar halinde dizer. Ellerinde pankartlar: "Ey eşek tarladan çık!" "Eşeğe ölüm!" "Yazıklar olsun sana ey eşek tarla sahibinden ne istiyorsun?"

Eşeğin ekinleri yemekte olduğu tarlanın etrafını çevirirler. Başlarlar slogan atmaya: "Çık ey eşek, çıkmazsan fena olur!" Eşek eşek! Yemeğe devam eder ve etrafında olup bitenlere dönüp bakmaz bile. Ertesi gün de güneş batar. İnsanlar bağırmaktan, slogan atmaktan yorulmuş ve sesleri kısılmıştır. Bakarlar ki eşek kendilerine aldırmıyor, dönerler evlerine. Başka bir çözüm bulmak lazım!

Üçüncü günü sabahı, adam evinde başka birşey yapmağa girişir. Eşeği çıkarmak için yeni bir plan. Çünkü ekinler ha bitti ha bitecek. Adam yeni icadını getirir.

Eşeğin kuklası. Gerçek eşeğe çok benziyor. Eşeğin tarlada ekinleri yediği yere gelince, eşeğin gözleri önünde, eşeğe çıkması için bağırıp duran kalabalık köylülerin önünde, maket üzerine benzin döker ve ateşe verir. Kalabalıklar tekbir getirir. Eşek de ateşin olduğu yere bakar sonra da umursamaksızın tarlada otlamaya devam eder. Amma da inatçı eşekmiş yahu! Laftan anlamıyor.




Bu sefer eşekle görüşmek için heyet gönderirler. Derler ki: Tarla sahibi kendisinin tarlasından çıkmanı istiyor. Haklı olan o! Sana düşen çıkıp gitmek.

Eşek hala onlara bakar, sonra otlamaya devam eder. Hiç onlara aldırmaz. Başarısız birkaç girişimden sonra, adam başka bir aracı gönderir. Aracı eşeğe der ki:

"Tarla sahibi hazır, tarlanın bir kısmından vazgeçmeye." Eşek yemeye devam eder, dönüp bakmaz bile.

"Üçte birini sana vermeye razı!" Eşek yine cevap vermez.

"Yarısını verecek!" Eşekte yine cevap yok.

"Peki peki! İstediğin kadar alanı sen belirle, ama belirlediğin alanın dışına çıkma."




Eşek, başını kaldırır, artık yiye yiye iyice doymuştur. Tarlanın kenarına doğru biraz ilerler. Kalabalığa bakar ve düşünür. İnsanlar sevinirler. Nihayet eşek anlaşmaya yanaştı. Tarla sahibi tahtaları getirir. Tarlayı ikiye böler ve eşeğin olduğu hisseyi ona bırakır.

Ertesi sabah, tarla sahibini bir sürpriz beklemektedir.




Eşek kendi hissesini bırakmış, tarla sahibinin hissesine dalmış otlamaya burada devam ediyor.

Kardeşimiz tekrar pankartlara müracaat eder ve mitinglere. Anlaşılan faydası yok. Bu eşek laftan anlamıyor. Galiba bu, bu yörenin eşeği değil. Herhalde başka bir köyden gelme.




Adam artık tarlanın tamamını eşeğe bırakmayı ve başka bir köye gidip yeni bir tarla edinmeyi düşünmeye başlar. Orada hazır bulunanların ve büyük kalabalığın gözleri önünde, köydeki son insanın bile hazır olduğu bu kalabalık huzurunda...

Bu ümitsizce çabalara işgalci, inatçı, mütekebbir, saldırgan ve zarar kaynağı eşeği çıkarmak için sergilenen bu çabalara katkıda bulunmak için küçük bir oğlan çocuğu da gelmiştir.

Çocuk kalabalıkları yararak tarlaya girer, küçük bir sopa ile eşeğin kıçına vurur.




O da ne! Eşek dörtnala tarlayı terkediyor!

"Hay Allah!" diye bağırır herkes, "Bu ufaklık hepimizi rezil etti." Hepimizi komşu köyler nezdinde de maskara edecek. Hemen oğlan çocuğunu oracıkta öldürürler, eşeği de tekrar tarlaya sokarlar ve çocuğun "şehit olduğu" haberini etrafa yayarlar.

* * *

M. Abbas Orabi''nin yazdığı bu hikâyeyi Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu''nun çevirisiyle sunduk. Beğenmediyseniz kimseye anlatmayın.


🔸️🔹️🔸️

UYARI / HATIRLATMA


Bu metinlerde yer alan görüş, yorum ve çıkarımlar, beşerî çabanın bir ürünüdür.

Lütfen her ifadeyi Kur’an’ın bütünüyle değerlendirin; ayetlerin rehberliğinde tartın, ölçün ve doğrulayın. 

Hakikatin tek ölçüsü Allah’ın kitabıdır. Yanlış varsa bize, doğru varsa Allah’a aittir.

Diğer kategorize edilmiş yazılarımıza aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz